2013’un en sarsıcı haberini Habertürk yaptı. Entelektüel ve iktidar ilişkilerinin doğasını bir kez daha düşünmemizi sağlayan haberin dikkate değer tarafı, Türk Sağı tarafından âdeta bir ‘ilah’ seviyesinde görülen Necip Fazıl’ın ‘insanlık’ hallerini anlatıyordu. Bu hallerden en çarpıcısı, devletin ‘ideolojik bir aygıtı’ gibi çırpınan Necip Fazıl Kısakürek’in Demokrat Parti (DP) iktidarında örtülü ödenekten ( eski deyimle ‘tahsisat-ı mestûre’den) aldığı büyük meblağlardaki paranın ahlâkî boyutuna dairdi. Edebî kamuoyu bu tartışmada ikiye bölündü. Örneğin Selim İleri gibi devletin verdiği ödeneğin (örtülü veya açık) son derece normal karşılanması gerektiğini savunanlar kadar, Pınar Kür, Oya Baydar ve Semih Gümüş gibi böylesine ‘organik’ bir ilişkiyi sakınca bulan yorumlara da tanık olduk. Bu arada, yazıda, Necip Fazıl dışında, Peyami Safa, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mesut Cemil Bey ve Reşat Ekrem Koçu gibi isimler de anılmış. Yahya Kemal’in de 1951’de devletten 5 bin lira aldığını okuyoruz. Mîna Urgan anılarında, hiç sevmediğini açıkça belirttiği Yahya Kemal hakkında Falih Rıfkı’nın şu iddiasını aktarır: "Mustafa Kemal'in ayaklarına kapanıp yalvaran bir tek kişi gördüm hayatımda. O da Yahya Kemal'di. Resmen ayaklarını öpüyordu.”
Türkiye’deki aydınlara örtülü ödenekten para ödenmesi meğerse bir gelenekmiş. Hilmi Yavuz’dan öğrendiğimize göre, Behçet Necatigil akciğer kanseri iken, tedavi masraflarını dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, örtülü ödenekten karşılayabileceğini teklif etmiş ama şair bunu kabul etmemiştir.
Bir entelektüelin iktidar tarafından finanse edilmesi hiçbir şekilde üstü örtülerek geçiştirilemez. Dünyanın neresinde olursa olsun, mutlaka büyük polemikler yaratır. Mesele sadece sanatçının zihinsel ve şairlik yeteneğiyle sınırlı kalmaz. Hele Necip Fazıl gibi, kendisini ‘firak-ı adnan’ hastalığına duçar ettiğini söylediği Adnan Menderes’e hitaben, “Ellerinizden, dudaklarımı derinize yapıştırarak ve hiç ayırmayacak bir hararet ve merbutiyetle öperim!” diyecek kertede iktidarın ekseninde pervane oluyorsa, mutlaka dikkatleri çeker. ‘Hür düşünce’nin serpilmesi ve çiçeklenmesi patronaj sisteminin insafına bırakılır.
Necip Fazıl Kısakürek’in, DP iktidarını destekleme karşılığında, Büyük Doğu dergisinin masraflarını karşılamak için bu parayı istediği iddia edilir. Ama ödenen meblağlara bakınca, derginin masrafları devede kulak kalıyor. Bu ödenekler sekteye uğramışsa da hiçbir zaman tamamen kesilmemiştir. Örtülü ödenekten şairin tarafına düzenli ‘tahsisat’ ayrılmıştır. DP iktidarı, bakanlarından Fuat Köprülü’ye hakaretten içerde yattığı 8 aylık süreçte bile Kısakürek’in eşine 3 bin lira ödemiştir.
Türk Sağı’nın bir diğer ‘gözde’si Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da günlükleri yayımlanınca, kızılca kıyamet kopmuştu. Bir diğer gözde’nin manasını hakkıyla kavramak için Beşir Ayvazoğlu’nun Hilmi Yavuz hakkında yazdığı bir portreden okuyalım. Selahattin Hilav’ın Tanpınar’ın solculuğunu gündeme getirdiği yazılarını hatırlatan Ayvazoğlu bakın Defterimde Kırk Sûret kitabında neler yazıyor: “Yeni Ortam gazetesinde çıkan Tanpınar Üzerine Notlar’ında Huzur yazarının solcu olduğunu iddia ettiği için Selahattin Hilav’ı adamakıllı hırpalan Yavuz, kendisi de solcu olduğu halde, ‘Hayır Tanpınar solcu molcu değildi!’ diyordu. Rahatlamıştım; doğrusu hayran olduğum yazarı solculara kaptırsaydım çok üzülecektim”
Oysa, Tanpınar’ın hayal kırıklığı yaratması yakındı. Yukarıda bahsettiğim gibi Tanpınar günlükleri ve bu arada Kitap-lık dergisinin (Mart-Nisan 2000) Tanpınar Özel Sayısı’nda ilk defa yayımlanan Suçüstü başlıklı makalesi fırtınalar koparacaktı. Yazıda, Sağcıların tahayyülünde ‘muhafazakâr’ addedilen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın DP’yi deviren 27 Mayıs Darbesi’ne methiyeler düzdüğü görülüyordu. Daha sonra Mücevherlerin Sırrı adıyla kitaplaşan bu makale için Beşir Ayvazoğlu’nun Türk Edebiyatı dergisinde (Nisan-2002) Tanpınar ve Demokrat Parti başlıklı bir yazı yayımlamıştır. Tanpınar’ı ‘katıksız bir Tek-Parti devri adamıydı’ şeklinde tanımlayan Ayvazoğlu, makaleyi, bu dönemde ‘kırtipil’ diye alaya alınan yazarın ‘dışlanmışlıktan kurtulmak için’ yazdığını iddia eder. Peki, Tanpınar neler yazmıştı, bakalım: “Demokrat idarenin macerası gerçekten korkunç ve ibret alıcı oldu. Sahte havari ağızlarıyla geldiler, Kabakçı Mustafa’nın bile hayalinden geçmeyecek bir katliâm teşebbüsünü arkalarında hüccet olarak bırakıp tarihin öbür kapısından geçtiler”
Beşir Ayvazoğlu sözkonusu yazısına, sonradan Taraf’ınyetiştirdiği Rasim Ozan Kütahyalı’nın (Kütahyalı bu dönemde kalemini yavaş yavaş bilemektedir) bir mektubunu almıştır. Kütahyalı’nın mektubu esasında, bütün Türk Sağı’nın (Kütahyalı’yı Türk Sağı’na eklemekten sarf-ı nazar ederek) genel ruh halini yansıtıyordu: “Huzur’unu, Beş Şehir’ini, Mahur Bestesi’ni çok okuduğum Tanpınar’ın 14 Haziran 1690’da Cumhuriyet’te yazdığı bir yazıyı okudum ve âdeta dağıldım (……..) Şüphesiz Tanpınar’ın siyasî ve sosyal görüşleri sanatının, eserlerinin değerini azaltmaz. Ben yine Tanpınar’ın diğer okumadığım eserlerini okuyacağım. Ama inanın bu kadar- açık ve içten konuşuyorum- ‘aşağılık’ bir yazı beklemiyordum. Okuduğum her satırda afalladım, moda tabirle şoke oldum. Nasıl yazılır o yazı, koskoca Tanpınar nasıl yazar o yazıyı?”
Sözün kısası: Şairlik başka, maişet derdi başka şeydir.
kaya 12 Yıl Önce
vecdi bey yazılarınızı ilgiyle takip edip okuyorum. ağır bir üslubunuz olmasına rağmen eminim benimle aynı görüşte olan çok arkdşmız vardır. yazılarınızın devamını bekliyorum.