“Güç, sadece başka birinin hikâyesini anlatabilme değil, aynı zamanda bu hikâyeyi kişinin tek hikâyesi haline getirme yetisi.“ Chimamanda Ngozi Adichie
En malum ifadelerle gündüz mezarlık, gece gerdanlık diye tanımlanan Mardin’de bu tanımlamalar yeterince meram dile getirememiş olmalı ki, kendisine “açık hava müzesi” denildiği de oluyor. Bir de turnanın kargo şirketleri kurulmadan evvel Mardin’deki yâre selam taşımacılığı yapması durumu da var.
Herkesin ziyaretine açık olur mezarlıklar. Bu, ziyaretçinin belli bir süre sonra orada süresiz yatıya kalacağına dair bir tavsiye mektubuyla gitmesinden kaynaklanıyor. Bu yüzden kime bakmıştınız, daha doğrusu kime ağlamaya gelmiştiniz diye sorulamayacağı yerlerdir mezarlıklar. Ve gerdanlığın, kendini gösterebileceği yerin mümkün mertebede işlevsiz bırakılacak birkaç düğmeye gereksinim duyacak kadar açık bir meramı vardır. Bu durumda insan bazen İnkaların kayıp şehri Machu Picchu, Nebatilerin Petra kentine, piramitlerin henüz çözülmemiş matematiğine imrenmiyor değil… .
Gizemli, sırları olan, bilinmeyen, hangi amaçla kullanılmak için kurulduğu henüz komplo teorisi aşamasını geçmemiş olan yerlerin aynı zamanda bir “coğrafya” olarak tanımlanması, o coğrafyanın, orada yaşayan insanlar için henüz bir kader tayininde bulunamayacak kadar kapalı olması dolasıyla mühendisliğe malzeme veremiyor olması kulağıma hiç de fena bir şeymiş gibi gelmiyor.
Bir yerle ilişki kurarken kullandığın dil, o yerin üzerine boca edilmiş bir sürü klişenin özel seçkilerinden oluşunca, o yerde bienal, kültür-sanat etkinlikleri,“kapalı müze” yapma iddian, o yerin ezberlerden meydana gelmiş “merkezden verilen” karasal yayınını HD (Full High Definition) olarak vermekten öteye gidemiyor.
Mardin’de yapılan bienallerin ilkinde Mardin’in sokaklarını birbirine bağlayan geçitler anlamına gelen abbaralardan yola çıkarak “abbarakadabra” mottosu kullanılırken, ikinci bienalde “double take-ikinci bakış” mottosu kullanıldı. Abbaralardan geçmenin mistik havası üzerine kurgulanmış bir bienal, Küba’ya turistik seyahat eden insanların gezi notlarında karşımıza çıkan “ burada zamanın durduğu hissine kapılıyorsunuz” yorumundaki klasik arabalarla bir akrabalık bağı içerisine giriyor. Abbaralar, arabalar ve akrabalıklar...
Abbaralardan her gün geçen insanların başından her gün geçenleri “ikinci bakışta” dahi görememek işten sayılmıyor belki de… Abbaralardan (hallarının şüphesiz rivayet sanılacağı başınla) geçerek, adı açık hava müzesi olan bir yerde yapılmış Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesine giriyorsunuz. Daha doğrusu giremiyorsunuz, çünkü Marius Bauer beyefendinin orayı kapattığını görüyorsunuz.
2013 yılından beridir sergilenen Mardin’de bir oryantalist: Marius Bauer sergisi, ikinci, üçüncü, dördüncü, bininci bakışı geride bırakarak sergilenmeye devam ediyor. Mardin’de bir Hollandalı başlığıyla haber olan (Bkz Hürriyet Gazetesi 16 Mayıs 2013) Marius Bauer’in Mardin’de rehin tutulup tutulmadığıyla ilgili yaptığımız araştırmalar neticesiz kaldı. Müze çalışanlarına göre konuyu müzenin sahipleriyle görüşmek gerekir. Müzenin sahipleri var, ortakları var, müdürleri var, yetkilileri var.
“Sabancı Holding’de bir Mardinli-Mardin’deki bir Hollandalıyla kozlarını paylaşıyor” fikri çok atraksiyon içereceği (diplomatik krizin verimli fırsat dönemini kaçırdığımız) için konuyu tatlıya bağlamanın en iyi yolu Marius Bauer’i Mardinli biri olarak kabul etmek.
Ne de olsa serde hoşgörülük, kardeşlik, farklılıkların zenginliği, bir arada çok kültürlülük, ezan ve çan seslerinin senfonisi var.
Bu değerlerin hakkını vermediğinde şehrin yasaları seni abbaralardan geçmekten men ediyor çünkü. Bu da insanı Mardinli olmaktan alıkoyuyor.
Marius Bauer’i kendisinin müzede çok işleri olmasından, ya da müzenin kendisiyle çok işi olmasından ötürü katılmadığı bir törenle hemşerimiz ilan ettikten sonra, şark hakkında yapacağı çalışmalarda kendisine faydası dokunacak bir konuyu paylaşmayı düşünüyorum. Hamili kart yakınımdır eskiz çalışmasını alarak, müze sahiplerine ulaşmam mümkün olabilir. Marius’un (Mardinliler olarak kendisine böyle hitap ediyoruz artık, aileden sayılıyor) arası müze sahipleriyle bu kadar iyi olmasaydı 4 yıl boyunca müzeyi kapatmazdı çünkü.
Kendilerine ulaştığımızda Marius’un abbaralarımızı, takla atabilen güvercinlerimizi, Kürt, Süryani ve Türk kahvesi karışımını bir arada içen farklı etnik kökenden esnaflarımızı görmeden buradan götürülmesine gönlümüzün razı olmayacağını belirteceğiz. Şehrin anahtarını da vermeyi düşünüyorduk, ancak ilk verdiğimiz arkadaş hoş görümüzden yararlanarak kapıların kilit göbeğini değiştirdiği için bizim eldeki anahtarlarımızla hiçbir kapımız açılmaz olmuş artık.
Bu efkâr içerisinde dümdüz (edilmiş) bir ovada düşünürken, sabancimuzesimardin.gov.tr adresinden sergiler bölümünü tıkladığımızda, devam eden sergiler kısmında bizim Marius’u devamsızlık ve rapor hakkını kullanmadan orada görmek vaka-i adiyeden sayılsa da, gelecek sergiler kısmında yine, yeni, yeniden Marius’un geleceğinin haberini almak içimize su serpip, korkularımızı dağıtmış oluyor. “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan!...”
Geçmişi, devam edeni ve gelecek olanı hep aynı şey olan coğrafya, Marius’un kaderi oluyor.
Sonsuz bir şimdi… Ve müzenin hep oryantalist dediği, bizim içinse Marius ahbaplığına dönüşen tekrarımız… Bienal, ilkin göremediğini ikinci bakışa bırakıyor, müze, devam ettiği halde görünmediğini düşündüğü sergiyi, gelecek olan devamlılığa bırakıyor…
İlk bakışta görünmeyenin ve binlerce bakışta görünmediği düşünülenin hikâyesiyle karşılaşıyor insan.
Kaygılandığımız kadar “açık” değilmişiz. Kirvemizin rivayet sayılacağını düşündüğü hallarımızı henüz yazmadığından belli bir açıklıkla, kapatıyoruz kendimizi.
Akşama Marius gelecek, Adorno’nun sanat eserleri orada defnedilmiştir dediği müze mezarlığından…