SON OYUNU OYMAK

ELEŞTİRİ-İNCELEME ve DEĞERLENDİRME

Bir hafta oldu Ahmet ALTAN’ın “SON OYUN” romanını okuyalı hala masamın üzerinde bıraktığım gibi duruyor. Ne kimseye verebiliyorum okumaları için nede kitaplığıma kaldırabiliyorum. Daha onun hakkında son kararımı da vermiş değilim. Şimdilik birbirimizi defterden / facebooktan silmiş düşmanlar gibi göz ucuyla süzüp süzüp duruyoruz...

O, “Sen beni anlamadın?” diyor. 

Ben ise,  “Seni anlamayacak ne var ki?” Diyorum.  

Bütün bir kasabanın kadın ve kızlarını düzmüşsün, Wallahi kitap bitmeseydi neredeyse hizmetçini de düzecektin de, Allah’tan kitap bitti de kadıncağız o şekilde paçayı kurtardı. Daha seni nasıl farklı bir şekilde anlamamı bekliyorsun! Sapıksın işte sapık, var mı ötesi? 
Ama gene de haklı olabilir endişesiyle, masanın üzerinde ki kitaba bir daha bakıyorum, içinden bir bok çıkabilir mi şüphesi ve düşüncesiyle… Zihnimde bir daha, bir daha sayfalarını hızlıca taratıyorum. Yok yok bir bok yok. Ben bulamadım, belki bu boktan kitabı okuya okuya burnum artık koku almıyor kısaca özetini paylaşayım da belki sizler bir şey bulursunuz… 

ÖZET

Yazarımız kendini emekliye ayırınca… Son bir cinayet romanı yazmak için yollara düşüyor. Zaten kitaplarının bir tek Allah’ın kulu okumadığını kendi de çok iyi biliyor ve romanın ilerleyen sayfalarında itirafta ediyor.

Yazarımıza babasından yüklüce bir miras kalmıştır. Lüks jeepine atladığı gibi bu köy benim bu kasaba senin misali yollara düşmüştür. Derdi bir dağ köyüne yerleşip son bir cinayet romanını yazmaktır. Ama yol kenarına bir delinin astığı “Satılık Deniz” tabelası, Onun kasabaya doğru direksiyonu kırmasına sebep oluyor ve kasabanın köfteci Remzi’sinde karnını doyurmak için duruveriyor…

Doğru dürüst bir yolu bulunmayan kasabanın, küçük bir havaalanına sahip olması ve metropole sabah akşam olmak üzere olan iki uçak seferi onu şaşırttığı gibi kasabaya yerleşmesine de sebep oluyor. Tabi Remzi Ustanın köfteleri ve o dostane yaklaşımını da buna ayrıca eklemek gerekiyor. 
  
Köfteci sayesinde, Denize nazır, 19.yy Aristokratvari zevke göre dayalı döşeli, her şeyi güzel bir ev kiralıyor. Sabit ve Selime çiftinin yıllar önce küçük oğulları denizde boğulunca bu evde artık oturma tahammülleri kalmayınca evi boşaltmışlardı ve o günden beri de ev bomboş olarak duruyordu.

Köfteci sayesinde bir de yemeklerini yapacak, etrafı toplayacak, bulaşık ve elbiselerini yıkayacak, hizmetini görecek Hamiyet adında orta yaşlarda bir kadını da bulması zor olmuyor. Bundan da ötesi yazarımız için de can sağlığı.

Yazarımız kısa sürede kasabadaki tek yabancının kendisi olduğunu öğreniyor. Yabancıları kasabada asla barındırmayan yerli halk ona karşı daha bir temkinli davranıyorlar. 

Kimdir? 
Neyin nesindir?
Kasabaya niye yerleşmiştir?
O da mı define peşindedir?

Gibi sorularına cevap bulmak için, adeta hakkında arge araştırmasına girişiyorlar. Kitapları hiç okunmayan ve satılmayan yazarımızın neredeyse bütün kitapları çok kısa bir sürede kasabalılar tarafından gizlice hatim edilmesine sebep oluyor…
 
Bunun neticesinde yazarımızın kasabada popülaritesi artıyor ve kasabanın abisi olup çıkıveriyor. Öyle ki yavaş yavaş her şeylerini ona danışır duruma geliyorlar. 

Bu arada o da boş durmuyor, eşrafların arasına girme çaba ve savaşı veriyor. Sabahları takıldığı kahvede günlük gazetelerini okurken, öğleden sonra ve geceleri internete bütün kasabalılarla sahte profillerde sıcak dostluk ve arkadaşlıklar kuruyor. Bu sayede herkesin saklı ve gizli dünyasına giriyor en mahrem sırlarını öğrenebiliyordu. Gerçi herkes, takma isim ve sahte profil kullanıyor olmasına rağmen, yazarımız zaten kimin kim olduğunu bilebilecek yetenekte birisidir.

Düşünün bir kasaba ki, camisi yok. İlk kez bu kitabı okurken bu kasabanın camisinin olmamasına bu denli çok sevindim diyebilirim. Sebebini daha sonra siz kendiniz çözersiniz. Kasabaya ilk gelenler kadınların esrar içtiklerini görünce çok şaşırıyorlar oysa daha sonra bebelerin bile içtiğini öğrendiklerinde daha da çok şaşırıyorlar.  Şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar.

Kasabanın en sessiz, en sakin çocuğu ev işlerini gören Hamiyet’e teyze diyen çocuktu. O bile teyzesi ile yatmaktan ve bunları yalancı profillerle yazarımıza anlatmaktan bir mahsur görmüyordu. Ne de olsa herkes gibi o da çok uzaklardan birisiyle yazıştığını sanıyordu…
 
Mahrem bilginin müthiş gücünü keşfeden yazarımız, İnsanların sakladıklarını bilmekten ve onların bunu bilmemesinden her zaman zevk aldığı gibi, kendilerini o kalın duvarların arkasına saklayanlar, yazarımızın o duvarlarının arkasından dolaşabileceğini, gizli saklı her şeylerini öğrenebileceğini asla tahmin bile etmiyorlar.

Ahmet Altan, ara sıra romanın arasına girer Kaderci bir anlayışla Tanrı ile mücadeleye girişir Onu sorgulamaya başlar: 


İnsanları niye günahları işleyecek bir ruhla yarattın?
O günahı işleyen mi yoksa günahları yaratan mı daha günahkâr?
Tanrı günahkâr olabilir mi?
Bizi yaratırken günahları da Tanrı yaratıysa neden biz cezalandırılıyoruz?
Beni neden katil yaptı?
Öldürmek istediği insanı niye bana öldürttü?


Gibi bir sürü akla ziyan benzer soru ve sorgulamaları kitabın her bölümünde görebilirsiniz. Zaten Tanrıyı da bir yazar olarak görüyor ve arasıra onunla kendi yazarlığını da karşılaştırmadan da edemiyor.

Kasaba da kıyasıya bir iktidar mücadelesi var ve bu mücadelenin doruk noktası kasabanın harabe kilisesi olan tepeye sahip olmaktan geçiyor. Herkes orada büyük bir hazinenin gömülü olduğuna inanıyor, bu sebeple herkes oranın kayıp olan tapusunun peşinde. Aslında orada bir hazinenin olmadığını rakip iki tarafın elebaşları çok iyi biliyorlar ama orayı ele geçirenin kasabanın mutlak tek hâkimi olacağını da iyi bildiklerinden olsa gerek iki tarafta ölümüne burayı kaptırmamaya ve ele geçirmeye çalışıyor. 

Yazarımız sık sık insanı Tanrının yazdığı romanın birinci cildi olarak görüyor ve “eğer varsa, yazmışsa Ahrete de ikinci cilt” diyor. Tanrının yazarlığını beğenmiyor ve bütün eksikliklerini ikinci cilde saklayarak uyanıklık yaptığını o cildinde kimsenin okuma şansı olmadığının altını özellikle çiziyor.

Kasaba amansız bir iktidar mücadelesi sonucunda yöneticiler bile ikiye bölünmüştür. Belediye Başkanı Mustafa Gürz, Yargıç, kaymakam, polis müdürü ve onları destekleyen illegal Zakkum çetesi bir taraf, eşraftan Raci Bey, Jandarma Komutanı ve onları destekleyen illegal Muhacir çetesi bir diğer tarafı oluşturuyordu. 

Kasaba Mustafaciler ve Raci Beyciler diye resmen ikiye bölünmüştü. Kasabada tarafsız kalan bir tek zanaatkâr beşik imalatçısı yaşlı tahtacıyı sayabiliriz…

Yazarımız kasaba eşraflarının arasına karışmak içini iyi bir kar zarar bilançosundan sonra kalemini Belediye Başkanı ve taraftarlarına satmaya karar veriyor. 

Satılmış bir kalem olarak, kendisinden istenen ilk iş Belediye başkanının istediği tarzda tarihi, kilise ve çevresini kasabalıya yasaklayan bir yazıyı kaleme alması oluyor. Yazarımız güzel bir yazı kaleme alıyor.  Hâkim o yazıyı mahkeme kararı olarak onaylayıp kasabanın her tarafına astırıyor. Bu karar kasabayı tedirgin ettiği gibi Mustafa’nın karşı tarafa attığı bir gol olarak yankısı buluyor ayaklı gazetelerin manşetlerinde…
 
Bunun da ardından Belediye başkanı en umulmaz hamleyi yapıyor. Herkese yasak olan tepe, Belediye Başkanına yasak değilmişçesine, serbestçe oraya girip çıkıyor hata yazarımızı da bir ara oraya getirip dolaştırıyor. 

Bir gece Belediye Başkanı iş makineleriyle yasak bölgede define aramak için kazıya başlıyor. Bu hazineyi tek başına ele geçirme hareketi karşı tarafı çıldırtmaya yetiyor da artıyor.

Karşılık fazla gecikmeden geliyor. Muhacir çetesi Zakkum’un adamlarından ikisini çarşının ortasında vurur kendileri de bu kavgada bir yaralı veriyorlar. Başkan işin ciddiyetini geçte olsa anlıyor ve ortalığı yatıştırmak için, bir daha yazarımızı, yeni bir yazı için evine davet ediyor. 

Yeni yazı ışık hızıyla hazırlanıyor. Yazıda, “Geçen gece tepede yapılan çalışmaların bir kazı çalışması olmadığı, etraftaki tehlike arzeden kör kuyuları kapatmaktan ibaret bir çalışma olduğunu” ifade ediyordu. Kasabanın her tarafına asılan bu yeni yazı az da olsa geçici bir sükûnet sağlasa da hiç kimseyi tam tatmin etmiyor, cin bir kere şişeden çıkmıştır. 

Raci Bey’e bağlı çetenin tetikçileri, Mustafa’ya mesaj olarak ona bağlı Çete başı Zakkum’un yeğeni olan Sultan’ı Belediye Bahçesinde infaz ediyorlar. Sultan’ın bu şekilde gözdağı verilircesine öldürülmesi Mustafa ve çevresini çıldırtıyor. Kasaba da resmen savaş çanları çalmaya başlıyor. 

Mustafa Raci Bey’in fabrikalarında yangın merdiveni yok diye, bir hamle ile bütün fabrikalarının kapılarına kilit vurdurtuyor.
 
Oysa Mustafa’ya ait hiçbir iş yerinde de yangın merdiveni olmadığı gibi belediye binasında bile o lanet olası yangın merdiveni yoktu ama kanunları kendi çıkarları için kullandıkça kasaba daha da bir çıldırıyordu. 

Üstünlerin hukukunu uygulamaya koyan Belediye Başkanı resmen savaşı da başlatmış oluyordu.

Raci Bey’in takımı ve çetesi de “al sana yangın merdiveni” der cinsinden Mustafa’ya ait bütün zeytinlikleri ateşe vererek ekonomik zarar darbesine karşı aynı zararı veren bir hamleyle cevap veriyorlar. 

Bu arada her iki tarafta bu gergin ortamda yazarımıza koruma verme taleplerini iletiyorlar. Yazarımız kabul etmiyor ama “bana bir şey olursa bütün dünyanın gözü buraya çevrilir, hazine hiç birinize kalmaz..” anlamına gelen mesajını da onlara iletmekten geri durmuyor. 

Belediye Başkanı Mustafa Bey’in kendisine Glock Marka simsiyah bir tabancayı ısrarla hediye etmesine itiraz etmeyerek hediyeyi kabul ediyor. Hediyeyi o kadar çok seven yazarımız sonraki günlerde tek başına dağlarda atış talimine bile gidiyor.

Bu arada yazarımız iki tarafla da samimiyetini epey ilerletmiş, Mustafa ve Raci beylerle yemekler yeniliyor, toplantı ve düğünlerine katılıyor. En önemlisi de her gece birisinin karısını düzecek kadar da aralarına karışmış samimiyetini ilerletmiştir.

Kendi deyimiyle, “kasabanın en güçlü, en tehlikeli iki adamın kadınlarıyla yatıyordu.” Belediye başkanının müstakbel eşiyle gizlice imam nikâhı bile kıydırıyor. 

Kasabadaki resmi fahişeler dışında da neredeyse düzmediği karı kız bırakmıyor. Her gördüğü karı kızı nasıl beceririm hesap ve planlarını yapıyor. Eczacı ve karısını bile toptan becermek istiyor ama ortam bir türlü elvermiyor. O müsaitken karşı tarafın işi çıkıyor karşı taraf müsaitken onun işi çıkıyor. Tabi sanal alemde kendini onlara, evli genç bir bankacı olarak tanıtıyor. Heyecan olsun diye bir geceliğine eşlerini değiş tokuş ya da gurupça kim kime dum duma yapmak istiyorlar da. Şartlar bir türlü oluşmuyor. 

Öte yandan evine temizlik için gelen yaşlı Hamiyet kadını da yazarımız becermeyi kafasına koymuştur da, ona bir türlü sıra gelmiyor. En sonunda kadının imdadına kitabın bitmesi geliyor da ancak o şekilde paçayı kurtarıyor. Oysa kaç zamandır gözüne kestirmişti de koleksiyonu çok geniş olduğu için temizlikçi kadına bir türlü sıra gelmemişti.

Yazarımız onu da en azında bir kerede olsa becermek için kitabın ikinci cildini sırf bu yüzden yazar mı? 

Ne dersiniz?

Zanaatkâr Tahtacı’nın işyerinin açmaması kasabayı terk ettiği anlama geldiği gibi savaşında resmen başladığının apaçık göstergesiydi. 

Yazarımız savaşın en kızgın olduğu bu dönemde Muhacir ve Raci beyin oğlu Rahmi ile yemek yemeye gidiyor. Tabi çevrelerinde bir koruma ordusu var. Tam yemekler bitti derken aynı yere Zakkum ve adamları da geliveriyor. 

Yazarımız ve Muhacirler tedbirli bir şekilde lokantadan çıkarlarken sona kalan adamlar arasında sürtüşme oluyor ve ardında silahlar patlamaya başlıyor.  Muhacir orada vurulup ölürken yazarımız Rahmi’yi ani bir refleksle öldürülmekten son anda kurtarıyor. Kurtardığı Rahmi aynı zamanda sürekli becerdiği Kamile’nin biricik oğludur da, onu kurtarmasında o becermelerin payı var mı? 

Bilinmez...

Muhacir dâhil üç kişi hemen lokantanın girişinde can vermiş, bunlardan biride Zakkum’un amcası oğluydu. Bu kavga da yedisi ağır on iki kişide yaralı vardı..

Muhacir’le Zakkum, sadece iki çetenin reisi değil, çok geniş ailelerin de büyükleriydi, çetelerdekilerin çoğu zaten akrabaydılar.

Artık bu kanlı hesaplaşmadan sonra bütün eşraf Ticaret Odası’nda toplandı ve Mustafa’ya baskı yapıldı. Toplantı sonrasında Mustafa Belediye başkanlığından istifa ederken Raci Bey’in kapatılan bütün işyerleri de açılmış oldu.

Yazarımız bu son olanların ardından romanını yazmadan köyü terk etmeye karar vermiş valizini bile hazırlamıştı. Ama Raci Bey’in karısı son anda ona açtığı “bize gelir misin?” telefonu onun gidişini bir sonra ki güne ertelettirmesine sebep oluyor. 

Beline kendisine hediye edilen silahı takarken yaya olarak evde yalnız kalan Kamile kadını ziyarete gidiyor. Daha önce onu sayısız kez beceren yazarımız eğer bu sefer becerebilse sadece kahve içmeye gidiyordu. Zira Rahmi’nin hayatını kurtardığı için Kamile kadın onu evinde ağırlayarak teşekkür etmek istiyordu. O iş için kendi evi değil ya yazarımızın evini ya da kasabadan uzak otelleri tercih ediyorlardı.

İşte Kamile kadını son kez böyle uzak bir otelde becerirken, Mustafa’nın müstakbel eşi ve kendisinin imam nikâhlı karısı Zuhal bundan haberdar oluyor ve ona görüşme ambargosu koyduğu gibi Mustafa ile resmen evlilik hazırlıklarına başlıyorlar. Belediye başkanlığını bırakan Mustafa Zuhal ile kasabayı gece gece araçla terk ediyorlar.

Kamile kadının yanında olmasına ve dokunmasına rağmen “kendi evinde onu asla becermenin” mümkün olamayacağı bilgisi yazarımızı çıldırtıyor.

Kamile kadına gelen telefondan Mustafa ve Zuhal’ın kasabayı araçla terk ettiğine kulak misafiri olan yazarımız, biran Kamile kadının Mustafa ve Zuhal için ölüm fermanı çıkarttığının hissine kapılıyor. Ve onlara zarar vermemesi için Kamile kadına yalvardıkça yalvarıyor.

Kamile Kadın her ne kadar böyle bir şeyin olmadığını söylese de yazarımız bu evhamdan bir türlü kurtulamıyor. Son kere telefon çalarken yazarımız Kamile Kadının telefonu açması durumunda ölüm emrini vereceği, endişesiyle telefonu açmaması söylüyor, açmaya kalkışınca da belinde ki silahı kadına doğrultuyor. Kadın silahı umursamıyor ve elini silaha uzatığında silah ateş alıyor.

Evden katil olarak çıkan yazarımız elinde ki suç aleti silahıyla kasaba meydanında sabaha kadar bir bankta Raci Bey ve adamlarının gelip onu öldürmelerini bekliyor. Beklerken kasabada yaşadıklarını bir bir yeniden yaşayan yazar, o gece yaşadıklarından işte bu “SON OYUN” romanı çıkıyor. 

Kısaca özetlediğim bu romanda herhangi bir mesaj gördünüz mü?

Ben şahsen görmedim…


***


Oysa ki Ahmet Altan’ın yanımızda apayrı bir yeri vardı.

İnandığı bir Allah’ı da yoktu kimseye ey vallahı da. O, benim için birçok cephede birden savaşan gözü kara kahramanımdı. Hele annesinin parçalarını eteğine toplayan Ceylan’dan sonra yazdığı “Susacak mısınız?” yazısı onun Tanrı tarafından gönderildiğine olan inancımı iyice perçinleştirmişti.

O bizim bildiğimiz insanlardan değildi. Gelecekten gelen biriydi, gönderilmiş biri olmalıydı. En azından ben böyle inanıyordum. Benim de ara sıra öyle batıl inançlarım olur işte…

Sonra kahramanım birden savaşmaktan vazgeçti. Bizim için savaşmaya değmediğini mi anladı ne? Hem de kesin bir zafere ramak kala vazgeçti. Meydanı bir “Son Yazı” ile bırakıp, romanına döndü. Benim gibi herkes şoktaydı ama tek tesellimiz de yazacağı/oynayacağı Son Oyunundaydı. Bu Son oyununda verdiği savaştan daha değerli ve önemli bir mesajını içeriyor olmalıydı yaşlı bilgenin…

Bu yüzden herkes gibi bende heyecanla bekledim bu “SON OYUN” romanını. Migros’un Market raflarına girer girmez alan ilk yüz bin kandırılmış/dolandırılmış kişiden biri de ben oldum… 

Migros raflarında satılmaya başlanmış olması kafamda kuşku yaratmadı değil ama Kapitalistler parayı nereden vuracaklarını çok iyi bildikleri için bu kitabı da satıyorlar diye düşündüm. 

Daha önce yaşlı bilgenin hiçbir kitabını okumamıştım, Taraf’taki yazılardan onu tanıyordum, okumuş olsaydım belki bunu hafif bir sarsıntıyla geçiştirebilirdim. Ama kitabı bitirdiğimde mikrop yemiş bisküvi çocukları gibi resmen nakavt oldum. Uzun süre kendime gelemedim.

Dile kolay mı?
Yaşlı bilgeden kazık yemek, dolandırılmak…
Aldatılmak…

Uzun yıllardan sonra ilk kez büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Ben ki yıllar önce okuduğum bir kitaptan “Herkes için bir hayal kırıklığı payı bırakmayı” öğrenmiş hatta kendime de bir pay bırakmış biri olarak, Ahmet Altan için nasıl öyle bir pay bırakmamışım diye şimdi kendi kendime hayret ediyorum. Aşkın gözü kördür dedikleri bu olsa gerek…

Ama bir ben bilirim nasıl bir kazık yediğimizi, bir Ahmet Altan bilir nasıl bir kazık attığını… 

Öte yandan içime kurt düşmüyor da değil bir kitap bu kadar mesajsız ve saçma olabilir mi? 

Yazar Ahmet Altan olduğuna göre, o kitabın içine bir şeyler sokuşturmuş olmalı yoksa bir süre karı becermek için 408 sayfa ve 48 bölümlük bir kitabı yazmış olamazdı. İşte bu olamazdı ya da olmaması gerekirdi düşünce ile bir kere daha sil baştan kitaba dönüyorum. 
Biz ki şeyhlerin saçmalıklarından, tecavüzlerinden bile ne hikmetler çıkaran bir nesiliz. Bu kitaptan da mutlaka çıkarılacak bir hikmet vardır diye düşünerek yeniden hızlı okuma tekniği ile kabaca bir kez daha okuyorum.

Kitapta geçen kasabadan kasıt Ülkemiz olabilir mi? Diye bir düşünce beliriyor kafamda evet evet neden olmasın, yolları olmayan şehirlerimizde ki havaalanların sayısını da düşününce kesinlikle ülkemiz diyorum. İşte bu doğrultu da kitabın derinliklerine inci mercan bulmak için yeniden dalışlar yapıyorum. 

İlk hikmeti “Satılık Deniz” tabelasından arıyorum.
Niye satılık bağ, bahçe, zeytinlik veya Villa değil de Satılık Deniz?
Altan bununla bu Ülke “Deniz gezmiş ve arkadaşlarını mı sattı” demek istiyor?
Yoksa bu iktidar her şeyi sattı da denizden başka satacak bir şeyimiz mi kalmadı demeye getiriyor.

Bununla asıl ne kasıt edilmiş doğrusunu yazarın kendisi bilir. Belki de kastettiği bir bok yoktur da huyumuz işte her bokta bir hikmet arıyoruz.

Peki, o güç savaşı veren guruplar kimler, kim kimleri temsil ediyor?

Raci Bey Mafyası ve onu destekleyen Jandarma, kuşkusuz aklımıza hemen Ergenekon’u getiriyor. Karşısında Emniyet, Yargı ve Mülki amirin desteklediği Belediye Başkanı kim oluyor dersiniz. İsim vermeyeyim siz tahmin edin. Belediye başkanı ki, hukukun üstünlüğünü değil kendi hukukunu oluşturan biri, kasabada konulan yasaklar onu bağlamıyor. Aslında kitabı okuyan herkes Belediye Başkanının kimi, kimleri ve hangi siyasi partiyi temsil ettiğini hemen anlayacaklardır ama bunu ifade etmek ve açıklamak yazarın o kurnazlığı ile neredeyse imkânsız bir hale getirilmiştir. 

Nedir o kurnazlık? Karılarını becerme kurnazlığı…

Şimdi yazarın karılarını bir bir becerdiği Belediye Başkanı Mustafa’yı ya da Eşraftan Raci Beyi kime benzetebilirsiniz. Evet, kime benzedikleri apaçık ama o becerme meselesi yüzünden siz bunu dile getiremiyorsunuz. Dile getirdiğiniz takdirde siz ilk tepki “Ne demek oluyor filanın filan kesin eşine mi? Toz kondurtuyorsunuz?” demeleri olacaktır oysa yazar Hem Mustafa’yı hem de Raci Bey’i bütün siyasi partilerden harmanlayaraktan birer yeni kahraman yaratmıştır. 

Herkes kendisinin bir parçasını onlarda bulabilir. Onlar saf ve katıksız bir tek kişiyi ifade etmiyorlar ki!.

Ama en basit dil ile de kanaatim odur ki “Başkasının karı ve kızına göz koyup kapılarını çalan siyasetçiler sizin kapınız da çalınıyor haberiniz olsun” bu kasetleri olan siyasetçilere sanırım apaçık bir mesajdır.

Kitabın en ilginç noktalarından biriside yazarın kalemini satma itirafıdır.
 
Ahmet Altan romanda en ağır bir şekilde kanaatimce kendi öz eleştirisini yapıyor. Yazarın kalemi satma anekdotu ise Sayın Altan’ın Tarafta kalemini Ergenekon’a karşı bilerek ya da bilmeyerek, birilerine sattığı demeyelim de, en hafif deyimle birilerinin yararına ve birilerinin de zararına kullandığı gerçeğidir,  bu öz eleştirisi bir günah çıkarması olabilir mi? Tarafı böyle saçma bir roman için bıraktığına inanıyor musunuz? Belki de tarafın üstlendiği misyon başarılı olduğu ve görevi bittiği için mi? Herkes yavaş yavaş orayı terk ediyor. Taraf yavaş yavaş el değiştiriyor. Şimdi Tarafı kim ve ne amaçla kurdu, bütün kalemler aslında birer savaşçı mıydılar? Ve bu savaş kimin için kime karşı ne karşılığında verildi… Bu saçma roman bana bunları düşündürtüyor.

Altan’ın Taraf’a girişi bence muhteşemdi. Bırakması bu oyunu devam etmek istememesi olarak ta düşünebiliriz.

Romanda yazar güç odakların arasına girince, yani kalemini satınca kitapları okunmaya başlanıyor mu? Evet, eskisinden yüz binlerce kat daha fazla okunuyor. Hata kasabanın Orospuları bile okuyor. 

Bunu Ahmet Altan’la karşılaştırdığımızda ne görüyorsunuz? Sanırım sadece bu kitabın yüz binlik ilk baskısı size bir şeyleri çağrıştırıyor.

Bu arada kitapta en anlamlı ders Orospu Sümbül’ün ağzından veriyor. Oysa tahtacı iyi bir karakterdi onun ağzında güzel mesajlar verilebilirdi. Yazar tercihini orospudan yana kullanıyor, bunu yapmadığı gibi tahtacıyı silik ve suskun bir karakter olarak yarım bırakıyor. 

Orospu Sümbül: “Walla benim anladığım, sizin bana yaptığınızı politikacılar hepinize yapıyor ama üstüne bir de paranızı alıyorlar” sözlerine yazarımız: “Bütün memleket orospu mu oldu diyorsun?” tepkisini verirken O da: “Yok be, Orospular akıllı olur, hangi orospu hem kendini becertip hem de üzerinden para verir.” Cevabı memleketin Orospulardan daha aşağı bir konumda olduğuna işaret ediyor.

Yazarın hediye aldığı silahla katil olması, ilginç olduğu kadar öldürdüğü kişinin karşı taraftan birisi olması daha da ilginç ve üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır. 

Sahi o kilise ve hazinen günümüzde karşılıkları neler olabilir?

Atatürkçülük mü?
Emevi Müslümanlığı mı?
Vatan, bayrak Sakarya mı?
Yoksa Tanrı inancı mı?

Yazım çok uzadı artık bırakmalıyım sanırım Altan’da “Bu kadar boku nereden çıkardın. Ben sadece kitapta birkaç karıyı oymak istemiştim hepsi o kadar” diyecektir. 

Biliyorum sayın yazar sen Taraf’la bizi kandırmasaydın bize bu son oyunu oynayabilir miydin? 
Bana bu kitabını okutabilir miydin? 

Asla…

Artık karar verdim bu kitabı okumaları için ne kimseye vereceğim nede bu haliyle kitaplığıma koyacağım. Bende beni aldatan, beni oyuna getiren bu kitabı oyacağım. 

Sahi yazarım Orospuların vizite bedellerini kitabında yazmamıştın? Bönker olduğun için fazladan da veriyordun.  

Ama senin bu “Son Orospun” için yirmi çarpı Yüz bin Lira vizite bedeli yeterli midir?

Bu oyma, beni ve yüz binlerce kişiyi aldattığın için…

Senin Orospunu Gavur Matkabıyla oyacağım, hani mobilyacıların masalarda daire şeklinde delik açmak için kullandıkları o sünnetsiz başlıklar var ya işte o başlıkla Orospunu oyacağım. Tam ortasından genişçe bir delik açacağım. Ondan sonra rafa kaldıracağım.

Ağzımı epey bozduğumu, sinirlenince de yoldan çıktığımı da iyi biliyorum ama benimde oyduğum ve 20 lira vizite bedeli ödediğim ilk Orospu senin bu “SON OYUN’UN” olsun. 

Selametle
Mahmut Semen
30 Nisan 2013
Kızıltepe


YORUM EKLE
YORUMLAR
ışık
ışık - 12 yıl Önce

bu ne hiddet bu ne celal mamoste vallahi ben okumaya mecal bulamadım sen yazmaya nasıl mecal buldun bunca yazıyı hem benim kafamı yordun seninkinin zaten tası atmış bari bize bu işkenceyi çektirme senin yazın diye heyecanla açıp okumaya çalış(am)ıyoruz