Demokratik ülke yönetimlerinde bireyler, yönetime katılmak ve iradelerini beyan etmek için belirli aralıklarla yapılan seçimlerde oy kullanırlar. Alınan oy doğrultusunda seçilen temsilciler aracılığıyla kendi kendisini yönetme hakkı elde eder. Bu temsilciler hem bağımsız hem de siyasi partilerden aday olarak ülkeyi yönetme hakkına talip olmaktadır. Bu aşamada hem adayların hem de siyasi partilerin temsilci olabilme/seçilebilme hakkına erişmesi her ülkede farklı şekillerde ve oranlarda uygulanan “baraj”ı aşması gerekmektedir. “Demokratik ilkeler” açısından bakıldığında temsiliyet noktasında barajın varlığı demokratik değildir. Çünkü belli bir yüzdenin üzerinde oy alınamamasında parlamentoya temsilci olarak girilmemekte ve bireyin “irade beyanı”, bu noktada yok sayılmaktadır. Temsilde adaletin sağlanması için seçimlerde uygulanan barajın kaldırılması ya da olabildiğinde aşağı çekilmesi gerekmektedir.
Siyasi partiler, aldıkları oy oranında parlamentoda temsilci bulundurma hakkını elde ederek ülkeyi yönetme noktasında görev üstlenirler. Kimi zaman bir parti salt çoğunluğu elde ederek bakanlar kurulunu oluşturur. Kimi zamanda hiçbir parti kabineyi oluşturacak salt çoğunluğu elde edemediğinden birkaç partinin bir araya gelmesiyle “koalisyon” hükümetleri kurulmaktadır. Her iki durumun da kendine göre avantaj ve dezavantajları bulunmaktadır. Birkaç partiden oluşan kabinede zaman zaman partiler arası anlaşmazlıklar nedeniyle “yönetimsel kriz” çıkabilmektedir. Diğer taraftan tek partiden oluşan hükümetin diğer partilerin düşüncelerine, toplumu oluşturan farklı katmanların hak ve özgürlüklerine bakmadan kendi düşüncesi doğrultusunda yönetim tarzı geliştirebilmektedir. Böylesi durumda “ben yaptım oldu” ya da “biz yaparsak harikalar yaratırız” şeklinde bir yönetim oluşabilmektedir. Bu durum demokrasi yönetiminin ruhuna aykırıdır. Her ne şekilde kurulmuş olursa olsun hükümetin “toplumsal uzlaşı” ve “toplumsal barış”ı sağlamak için toplumun tüm kesimlerini içine alabilecek bir “yönetim tarzı”nın oluşturulması demokrasi açısından bir zorunluluktur. Böylelikle toplumu oluşturan bireylerin hak ve özgürlükler noktasında kendisini yaşadığı ülkeye ait hissetmesinin de yolu açılmış olur. “Aidiyet hissi” oluşturmanın yolu bireyin yönetim sürecine dahil edilmesi ya da hak ve özgürlüklerinin güvence altında olduğunun teminatının verilmesiyle oluşur. Bu, “temsilde adalet” ve “yönetimde istikrar” ilkelerinin uzlaştırılmasıyla mümkün olan bir durumdur.
Ülkemizde 1 Kasım 2015 te 26. Dönem Milletvekili seçimleri yapılmış ve bir parti, seçmenlerin oylarının büyük bölümünü alarak tek başına hükümeti kurma çoğunluğunu elde etmiştir. Ülke genelinde uygulanan %10 barajı nedeniyle seçime katılan parti sayısı hayli fazla olmasına rağmen sadece 4 parti meclise temsilci gönderme hakkını kazanmıştır. Diğer partilerin aldıkları oy, “baraj” nedeniyle meclise yansımamıştır. Bu, toplumun tüm kesimlerinin iradelerinin olmadığı bir meclis anlamına gelmektedir. Bu nedenle meclisteki her parti ve milletvekili, kendisine oy verenlerin değil, bu ülkede yaşayan herkesin ve her kesimin temsilcisi olarak görmeli ve bu bilinçle hareket etmelidir. Her ne olursa olsun seçimde yarışan bütün partiler, yarışan bütün adaylar ile toplum, sandıktan çıkan sonuca saygı göstermeli ve bunu demokrasi açısından kabullenmelidir. Bundan sonraki süreçte mecliste grubu bulunan partiler ve meclis dışı kalan diğer partilerle birlikte ülkemizin ve insanımızın sorunlarına çözüm bulma konusunda işbirliği yapmaları gerekmektedir.
Ülkemizde demokrasinin bileşenleri olan siyasi partiler, dernekler, vakıflar, medya, meslek birlikleri gerek iktidar ve gerekse muhalefet, el ele vererek ülkemizin ve insanımızın hak ettiği ve olması gerektiği yere çıkabilmesi için ben-sen kavgasını bir kenara bırakarak ( ego savaşına son vererek) birlikte, anlamlı ve değerli işleri başaracağına ve özlemini çektiğimiz “barışı” armağan edeceğine olan inancım tamdır. Bu bağlamda 1 Kasım 2015 seçim sonuçlarının ülkemize ve “Türkiye Toplumu”na hayırlı olmasını temenni ediyorum.