Mağduriyetin Türkiye’deki gibi sömürüldüğü başka memleket var mıdır acaba? Amansız bir yarış var sanki. Sırayı kim önce kaparsa;
-Asıl mağdur benim!
-Olur mu birader, ben mağdurken sıra sana gelmez.
-Hayır, mağduriyet sırasına ilk ben oturacağım
Bana göre, gerçek bir mağdur bas bas bağırarak “Ben mağdurum” demez. Hele İslâm ahlakına sırtını yaslayanların bunu istismar etmelerini kabul etmek mümkün değil. Gerçek bir mümin ‘Lütfun da hoş kahrın da’ düsturuyla hareket eder.
Akit 28 Şubat’ta gerçekten de mağdurdu. Okurlarının bakışıyla, Akit sistemin çelikten bariyerlerine karşı diş dişe bir mücadele veriyordu. Bu algının İslâmî kesimde güçlü bir biçimde benimsendiğini döneme tanıklık edenler bilir ve de anlarlar. Ama 2012’de Akit’in mağdur olduğunu, halkın çiğnenen (!) hakları için didiştiğini söylemek gerçeği, en beylik ifadeyle, ıskalamak olur.
Cengiz Çandar’a Akittarafından uygulanan muamelenin boyutlarını düşününce, çağımızda, ‘hep muhalif olmak’ duruşunun ne denli riskli olduğu daha çok göze batıyor.
Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi için çabalayan aydınlar hakkında şunu düşünürüm hep:
Ahmet Altan, Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu gibi aydınların büyük bir idealler peşinde koştuklarını sanmıyorum. Hele “iktidara kapılanalım da günümüzü gün edelim” anlayışıyla hareket ettiklerini iddia etmek insafla bağdaşmaz. Yaptıkları aslında çok basit: vicdanlarını devreye sokup toplumun bütününün haklarını savunmak.
Kendini bir davaya adayanların çoğunluğu ise aslında bir hayal âleminde yaşarlar. Onlara göre hedefledikleri ufuklar aşılırsa, insanlık onlara dua edecek ve barışa kavuşacaktır. Burada davacı konseptiyle davrananların, dar kafalı ideologlardan ayrılan bir tarafı yoktur. Zira burada düşünce parçalı (fragmanter) bir özgürlüğü merkez kabul eder. Temsil ettiği cemaatin haklarını savunur. Onlar için demokrasi talep eder.
Oysa sadece bir sınıfın değil tüm insanlığın özgürlüğe ve mutluluğa ihtiyacı vardır.
Akit’insaldırırken kullandığı argümanlar öyle bayağı ki, insana demek ki, ‘cehlin ol mertebesi sehl olmaz’, yani ‘yükseldikleri cehalet seviyesine ulaşmak o kadar kolay olmasa gerekir’ dedirtiyor. Sürdürdükleri nefret kampanyasına itirazlar gelince gerçek yetenekleri iyice oryaya çıkıyor: Bunlar Cihan Aktaş’ın yazısından: “Yeni Akit haberine bakılırsa, ortalıkta dolaşan ilgili gazete haberini okumadan imzalamışım, andıç bağlamlı imza metnini. Benzeri bir haberi hangi gazetede okusam imza verirdim. Muhabirle konuşmayı kesmemin sebebi, sözlerimi dinlemekten uzak olduğu izlenimi yanında, bana “Cihan Bey” demesi oldu. Daha konuştuğu yazarın kadın mı erkek mi olduğunu bilmeyen muhabirin, bir de imzaladığı metni okumadığı konusundaki ısrarlı peşin hükmüyle yazara ilkokul çocuğu muamelesi yapmaya kalktığı bir söyleşiyi sürdürmek nasıl mümkün olabilirdi ki...”
Öyle taktiklerle hareket ediyorlar ki, âleme maskara olmak umurlarında bile değil.
Gazetenin yirmi yıldır değişmeyen yüzü (yüzü değişmediği gibi gazetedeki resmini de 20 yıldır değiştirmiyor;- bu olgunun psikopatolojik analizini uzmanlara bırakıyorum) Ali Karahasanoğlu, “312 general toplanıp; dava açtılar da korkmadık, şimdi Çandar ve avanesinden mi korkacağız?”
Doğru tabi, Çandar ve ‘avanesi’ni kolayca yere serebilirsiniz. Kendinizi bu davaya adamışsınız belli. Kullandığınız her silah meşru. Muarızlarınızı ‘vatan haini, liberal (sanki liberal olmak günahmış gibi), ateist (Murat Belge der ki, gün gelir ateistlerden bile bir ahlak dersi öğrenebilirisiniz), din düşmanı (bir bayat klişe daha) etiketleriyle suçluyorsunuz.
Hele bir maske indirme edebiyatı var ki evlere şenlik. Sanki ülke maskeli balo yerine dönmüş.
Belki yeri değil ama Oscar Wilde’ın anlamlı bir sözünü anmak istiyorum. Wilde der ki, “Ona bir maske verin size gerçeği söylesin.”
En iyi kullandıkları silah ise, mücadeleye soyundukları kişilerin geçmişlerini sık sık gündeme getirip ‘ne mal olduklarını (!)’ cümle âleme ilan etmek. Ulusların bile topyekûn düşünce evrimlerinden geçtikleri bir dönemde bireylerin değişmesini anlamamak neden? Hadi onlara uyup biz de ayıplayalım.
Peki, yıllarca haçlı zihniyeti diye karşı propagandasını yaptıkları Avrupa Birliği’nin 17 Aralık 2004’te, Türkiye’nin 3 Ekim 2005 tarihi itibariyle müzakerelere başlayacağını resmen ilan ettiğinde Akit’inertesi gün hangi manşetle çıktığını biliyor musunuz?
“Hayırlı olsun” .
İnanmayan varsa şu linki tıklasın.
Yunus Emre’den: “Piştik Elhamdülillah”
Herkesi saf kendini akıllı sananlara gelsin.