Şubat Ayı’nın soğuğunu, “aşka” kurban edişimizin yıl dönümündeyiz. Sosyalleşmenin belirtisi olan ve sanal âlemin dâhilindeki onlien ağların pençesinde aşklarımızı ilan ediyoruz.
Ve aşkımızı, modernist yaşamın deli(l)leri sayılan medyatik fenomenlerle aldatıyoruz. Ardından sanal âlemde, sanal gül demetleri ile karşılıyoruz onları. Adlarını, adımızın yanına yazıyoruz güya; “Sevdamdır” deyip delikanlılaştığımız zamanı unutuyor ve tek bir günün cazibesi ile dansa kaldırıyoruz sevgililerimizi...
Evet, Şubat Ayı’nda yağan yağmur tanelerini, akıllı telefonların camından seyrediyoruz. Dokunuyor, ıslanmıyoruz. Görüyor, lakin hissedemiyoruz. Amma sevdalarımıza da “Seni seviyorum aşkım” hokkabazlığı ile hitap ediyoruz. Ağızlarda sakız olmuş ve otomatiğe bağlanan zehirli ve sihirli bu sözcükleri duydukça ürperiyorum. Ne dersiniz her koklaşanın, her öpüşenin ve her sevişenin aşk mı yaşadığını zannediyorsunuz?
Aşkın ayağa düşürülmesi, ticari kazanç sağlanması, her kesin herkesi sevmesi, farklı bir sosyal zedelemenin belirtisi değil midir? Biz aşklarımızı da, sevdamızı da yüreğimizin saklı cennetlerinde muhafaza ederdik. Dostumuzun samimiyeti, bizim sevgilimizdi; insan sıcaklığı bize kâfi idi.
Belli ki içinden çıkılmaz sosyal buhranların müsebbibi; aşklarımıza olan bağlılığımızın rehavete bürünmesinden dolayıdır. Evet, sevgilerimizi, “sevda ve aşk” düzeyinde yaşayabiliyorsak; o vakit “sağlıklı nesilleri” geleceğe miras bırakacağımızı söyleyebilirim.
Kültürlerin dayanılmaz kokuşmuşluğunu ve en acılı duyguların teşhisi; o kültür havzasında yaşayan bireylerin birbirine karşı besledikleri sevginin ölçüsüyle ortaya çıkar.
Toplumun ana nüvesini oluşturan bireylerde yaşanan sevdalar, aşkın derinliliği ve sevgililerimiz; insan ruhunun gizemliğini, toplumsal zenginliği ve inanç maneviyatımızın gücünü sergilemektedir. Bu anlam itibari ile insanoğlu, aşklarını globalleştirmeden sevdaya dönüştürmeli; küresel sevdalardan, tüketim çılgınlığından, çıkar kürelerden, yerel menfaatlerden ve tüccar kafalardan sıyrılıp; sevda küresine yönelmelidir.
Uzun zamandır “seni seviyorum aşkım” muhabbetti ve laf cambazlığı, geleneksel kültür kodlarımızın dışında gelişip bize bulaşan Amerikavari, içi boş ve ruhsuz bir taklitsel sözün kraliçesi konumuna gelmiştir. Aşklarımızı da; edebiyatımız, şiirimiz ve sanatımız gibi sıradanlaştırdık. Nasıl ki memur sanatçı, memur STK’cı, memur düşünür, memur yazar - çizer ürettiysek; memur aşk, memur sevgili gibi kültürsüz ve sevdasız bir toplum oluşturduk. Geçmişin terbiyesinden, inanç değerlerinden uzaklaşmış bir toplumda; sevdalarınızın “sevgili, en sevgili” olması mümkün müdür ki?
Peki, kimi seveceğiz? Nasıl sevmeliyiz? Sevdiğimizi, sevdamıza nasıl ilan edeceğiz? Sorularına yanıt vereceğimi düşünenlere; hemen yanıldınız diye bilirim. Çünkü eğer sizde kokuşmuş ortamın kokularından rahatsızlığınızı beyan edemiyor; içi boşaltılmış temelsiz sözlerle ve dedikoduların vıdı vıdıları ile vakit geçiriyorsanız; “Seni seviyorum aşkım” muhabbetine devam ediyorsunuz demektir.
Yaşadığımız zamanın ve mekânın kültürüne, geçmişin sevdalarını taşıyamıyor; herkese ve tek güne “sende sevgilisin, bende sevgiliyim” diyorsanız; size diyecek bir lafım yok, olmazda. O halde yapabileceğim tek şey; sizi bir günlük sevgilinizle ve sevgililer gününüzle baş başa bırakmaktır.
Vesselam herkese diyorum...