Muhatap; Arapça bir kelime olup, Osmanlıcadan-eski Türkçeden, Türkçeleşmiş bir kelimedir. Türkçede: “Muhatabım değilsin-dengim değilsin veya muhatabım sensin- bu konuda seni tanır-sorumlu tutar ve seninle konuşurum ancak” gibi anlamlarda kullanılmaktadır; fakat muhatap-Hitap Arapçada: yüz yüze konuşmanın karşılığıdır.
Peki, her konu ve kavramda çağdaşlaşmaya gidenler, bu kavramı çağdaşlaştırmayı unutmuşlar mı yoksa böylesi bir değişim hesaplarına mı gelmez?
Günümüz şartlarında, görsel medya vb. faktörler bu kadar ilerlemişken, halen "Muhatap" kavramını bir masa etrafında yüz yüze toplanmak kaidesi ve şartı ile ancak "muhatap" olunur deyip, asrımıza yakışmayan böylesi dar bir tercüme ile yorumlayanlar, çağdaşlaşma sevdalarında ne kadar samimidirler?
Bu kısa açıklamadan sonra asıl konumuza döneceğiz. Coğrafyamızda, şu günlerde bir “muhatap” muhabbetidir almış başını gidiyor… Kimse de bu nedir nasıldır vb, soruları tabiri caiz ise “kral çıplak” tarzında dillendir(e)miyor.
“Bu Muhatap muhabbetini yapanlar” başta olmak üzere herkese bir soru sormak istiyorum; acaba muhatap kabul etmediklerinize, nasıl olurda çağrıda bulunabilirsiniz? Çağrıda bulunmak da bir nevi “muhatap” almak değil midir? Yoksa bu “muhatap”ın bilemediğimiz başka anlamları da mı varmış? Veya bu “muhatap”ı hangi anlamda kullanıyorsunuz, ey “muhatap” muhabbetini yapanlar?
Ayrıca “muhatap” almadıklarınız da, e madem bizi “muhatap” almıyorsunuz neden çağrıda bulunuyorsunuz ve bu çağrıyı üstümüze almıyoruz dese, nasıl bir cevap vereceksiniz? Şayet cevap verseniz, cevap vererek “muhatap” almış olmuyor musunuz? Yoksa “çağrınızı anlayamadık tekrarlar mısınız veya biraz açar mısınız dediklerinde, biz sizi “muhatap” almıyoruz ki size cevap verelim mi, diyeceksiniz. Bu söyleminizle yine de “muhatap” almış olmuyor musunuz acaba?
“Muhatap” almıyorsanız, çağrıda da bulunamazsınız demiyoruz. Ama lütfen samimi olunuz, bu coğrafyada yaşayan halkların böylesi kelime oyunlarına ve kavram kargaşasına tahammülü kalmamıştır diyoruz.
Tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki barış ve af konusunda taraflar samimi olunca; barıştan daha kolay ve daha basit hiçbir şey yoktur. Samimiyet; koşul ve ön şart kaldırmaz. Samimiyet demişken, çağrının kendisinde de samimiyetin gerekliliğini anımsatmak gerek.
Çocukluğumdan bir misal vermek istiyorum. Bir baba ile çocuğunun arasında bir anlaşmazlık vardı, fakat çocuk olduğumuzdan akıl erdirmiyorduk bu anlaşmazlığa.
Tabi biz büyüdük ama yine sorun bitmediğinden bizde bir araştıralım dedik. Meğer birtesti imiş anlaşmazlığın sebebi!
Baba çocuğuna kızmış mı -hor mu görmüş ne. O gün bu gün çocuk evden gitmiş. Gitmiş ama birilerinin “testisi” ile su satıp geçimini yapıyormuş. Epey zaman geçmiş baba haber göndermiş o “testiyi” bıraksın da eve gelsin, ben affederim çocuğumu. Yok, “testiyi” bırakmadan gelirse barışmam.
Çocuk da; ya babam niye direk bana söylemiyor da başkası ile haber gönderiyor, samimi ise direk bana söylesin diye yanaşmıyormuş.
Şimdi bu onların ailevi meseleleridir, baba oğul arasına girilmez denilebilir; ama vicdan sahibi her insan gibi meğer ben de kayıtsız kalmamış az da olsa konuya kafa yormuş ve birazcık empati yapmışım meğer. Şöyle ki; şayet ben çocuğuma elindeki “testiyi” bırak öyle gel, yoksa seni affetmem dersem. Çocuk da ama nereye bırakayım, kime bırakayım ve affedilmem için bu testiyi neden bırakmam gerekiyor demez mi? Babası bunların gerekçelerini söylemezse, çocuk ikna olur mu?
Şayet bu gerekçeler dile getirilmezse, sanki babanın bu çağrıda ve ikna etme yönteminde samimi olmadığı sonucu çıkar. Ayrıca böylesi bir çağrının, “çocuğunu neden kovdun-dövdün, neden evi terk etti sorusuna”, “testiyi bırak dedim de” sözümü yerine getirmedi bahanesine sığınmak için olduğu sonucu çıkar ki bu da samimiyetsizliğin nişanesidir...
Çağrıda bulunanların samimiyeti ne denli önemli ve gerekli ise, kendilerine çağrı yapılan(lar)ında o denli samimi olması gerekir. Şöyle ki; madem size bir çağrı yapılıyor, “muhatap”sınız sonucu çıkmaktadır. Çıkıp "efendim ben-biz “muhatap” alınmıyor(um)uz" demek samimiyet ile bağdaşmaz ve çağımızın böylesi bir samimiyetsizliğe tahammülü de kalmamıştır.
Barış ve af koşulsuz, ön şartsız olmalıdır!
Baba-oğula bir çağrıda bulunacak olsam; "evet, sen ey baba! Şayet çocuğuna “testi” bıraktıracaksan, "yani maksadın üzüm yemek ise-çocuğunun eve dönmesi ise", samimi ol. Ve sen ey çocuk! Babanı dinlemeyeceksen, "yani testiyi bırakmamaya-eve dönmemeye hevesli isen", “muhatap” alınmıyorum samimiyetsizliğine gerek yok" derim.
Sonuç olarak baba-oğul barışır veya barışmaz bu onları bağlar. Kendi kararlarını verecek yaşta ve yükümlülüktedirler. Verecekleri kararlarının kar veya zararını algılama sorunları yoktur. Yaşadıklarının ve yaşattıklarının farkındalar…
Bu "testi" bana iki değişik anlam içeren, “su testisi suyolunda kırılır” atasözü ile “Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim bu bana dert oldu ama ben de sizin önünüzde eğilmedim bu da size dert olsun” diyen Seyid Rıza’nın “testi kırıldı su döküldü” sözünü hatırlattı. Size ne anımsatır bilemeyeceğim tabi...