Bireylerin kendi aralarında örgütlenerek yönetim süreçlerini oluşturdukları ve bu süreçlere dahil oldukları çeşitli yönetim sistemleri vardır. Bu yönetim süreçleri incelendiğinde ortak noktalarının “temsiliyet” ve “katılımcılık” olduğu görülecektir. Günümüzde temsiliyete ve katılımcı bir anlayışa sahip olmayan bir sistemin toplum tarafından kabul edilmesi beklenemez.
Bilgi çağı olarak nitelendirilen üçüncü bin yılın her anlamıyla birey odaklı olmaya doğru giden bir düzlem olduğu söylenebilir. Hızlı gelişen teknolojik araçlar sayesinde “bilgiye erişim” ve “bilgiyi yayma”, daha kolay hale gelmektedir. Böylelikle “küresel” gelişmelerden haberdar olarak çeşitli süreçlerin takipçisi oluyoruz. Salt takip etmekle yetinmiyor, sorunun çözümünde aktif görev üstlenmek için platformlar aracılıyla “sesimizi” daha doğrusu “sözümüzü” yükseltiyoruz. Çağımızın teknolojik ilerlemelerine karşılık “hukuksal metinler” de bireyin kendini daha iyi ifade edebilmesi ve geliştirebilmesi için revize edilmektedir. Tüm bu çabanın amacı bireyin ve toplumun güçlendirilerek ülkelerin de buna paralel güçlenmesini sağlamaktır.
Sıklıkla tartışılan konulardan biri olan toplumun özüne uygun “yönetim şekli” tartışmaları, politik düzlemin dışında değerlendirmek gerekirse bireyi ve toplumu ileriye taşımaktan uzak ve bürokratik anlamda da hantallığı ortadan kaldırmıyorsa o yönetim biçiminin sağlıklı olmadığını söylemek mümkün. Bu noktada özellikle devletin temel güçleri olan “yasama”, “yürütme” ve “yargı” güçleri arasında tam anlamıyla bir “güçler ayrılığı” ilkesinin egemen olması gerekmektedir. Böylelikle “bireyin konumu” ile “toplumun güçlendirilmesi” ve “haklarının korunması/geliştirilmesi” de sağlanmış olur. Diğer türlü güçler ayrılığının olmaması “politik, ekonomik ve sosyal” yönden de derin tahribatların oluşmasına sebebiyet verir. Gerek temsiliyet ve gerekse katılımcılığın arttırılması için seçim barajının kaldırılması ya da aşağıya çekilmesi, parlamentolarda daha fazla sesin yansımasını sağlayacağından “toplumsal barış” ve “uzlaşı” açısından da oldukça önemlidir.
Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere gelişmiş ülkelerde yerel yönetimin merkezi yönetim kadar önemli işlevler üstlendiği gözlenmektedir. Şunu belirtmekte fayda var: “Bilinçli seçmen kitlesi”, “bütçe imkanları”, “yasal kolaylıklar” gibi etmenler gelişmiş ülkelerde yerel yönetimlerin güçlenmesini sağlamıştır denilebilir. Konunun özüne bakıldığında yerel yönetimler her ne kadar politik olarak seçilseler de temel işlevleri bakımından toplumsal kalkınmanın lokomotifi olarak hizmet üretimi için çalışmaları gerekmektedir. Ancak ifade edildiği gibi yerel yöneticilerin yerel sorunlardan ziyade partilerinin politik aktörlerine göre kararlar vermesi nedeniyle asıl işlevlerini yerine getiremedikleri açıktır. Yerel yöneticinin bu şekilde davranmasının altında belki “parti çıkarlarını korumak” ya da “partinin vizyonuna uygun politikaları” hayata geçirmek yatabilir. Ancak, bu durum yerel yönetimin yerel sorunlara yereldeki gözle bakmayacağı anlamını taşımaz. Daha özet ifadesiyle merkezi yönetim ve politik aktörler, yerelin sorunları ile olası çözümleri yerel yönetici kadar bilemez. Bu nedenle de yerel yönetimlerin/yöneticilerin, sorunların çözümünde izledikleri yolun çözüm noktasında tarafların memnuniyetini sağlaması beklenmektedir. Daha da önemlisi yerel yönetici olarak ifade edilen “sorumlu/yetkili birey”, politik düşüncesine göre davranmayarak halk tabanında daha fazla sempati toplayarak kabul görür. “Halk insanı”, “halk adamı” ifadeleri bunun örnekleridir. Çünkü halkla beraber karar alan, halkla beraber çözüm bulan yöneticiler, hitap ettikleri kitleler tarafından sahiplenilir.
Yerel yönetim mekanizması, yerel anlamda insanların yaşam standartlarını yükseltmek için politikalar geliştirmekle yükümlüdür. Kendisinin görev alanında olup olmadığına bakmaksızın yapılması için ilgili kurumlarla işbirliği yaparak bu tür değişimlerin gerçekleşmesini sağlar. Örneğin trafiğin oldukça yoğun olduğu bir yolda üst geçit yapılması karayollarına ait iken belediyenin bu konuyu gündeme getirerek üst geçidin yapılmasını sağlaması gerekir. Gerektiğinde de çevrenin korunması ve sağlıklı bir çevre için okul yönetimleri ile işbirliği yaparak sağlıklı bir çevre için girişim başlatabilir. Böylelikle “devlet-halk işbirliği” ya da “birey-toplum aidiyetini” sağlayarak çok önemli işler yapabilir.
Günümüz insanının bilgi ve bilinç düzeyinin yükseldiği, bu nedenle daha fazla sorguladığı ve demokratik çerçevede daha fazla hak talep etmesi, gelişmenin doğal sonucudur. Devlet yönetimlerinin bireylerin haklı ve demokratik taleplerini, “toplumsal dengeleri” de gözeterek karşılaması gerekmektedir. Diğer taraftan yerel yönetimlerin de yaşamı kolaylaştıran politikalar geliştirerek bireylerin sorunlarını ilk aşamada çözmekle yükümlüdür. Bütün bunların olabilmesi bireyin seçimlerini yaparken “toplumsal yararı” göz önünde bulundurması gerekir. Unutmayalım ki her yüzyıl bir önceki yüzyıldan büyük farklılıklar taşıdığı göz önüne alındığında üçüncü bin yılın büyük değişimlere sahne olacağı açıktır.