Dibêjin Lê Napêjin (Söylüyorlar ama Pişirmiyorlar)

M. Burhan HEDBİ ile Kürtlere yönelik "İslam Kardeşliği" argumanını, Kürt sorununu, İslam adaletini, “Eşitlik" ilkesi bağlamında dilin fonksiyonunu ve Kitaplarını konuştuk… M. Burhan HEDBİ Kimdir?

Dibêjin Lê Napêjin (Söylüyorlar ama Pişirmiyorlar)
M. Burhan HEDBİ Kimdir?

1976 yılında doğdu.

İlköğrenimini kendi köyünde okudu.
1985 yılından itibaren bölgenin çeşitli medreselerinde eğitim aldı.
1994 yılında Orta öğrenimi Kızıltepe Sıtkı Türkoğlu okulunda, lise öğrenimini Diyarbakır imam hatip lisesinde ve 2005 yılında ilahiyat fakültesini (şuan Sosyoloji 2. sınıf okuyor) tamamladı.
1997 yılında şiir ve deneme türü yazılar yazmaya başladı.

2002 yılında çevirilere başladı.

Milat Gazetesinde ve birçok Haber sitesinde “Arafta Kalanlar” köşesinde makale ve yazı yazmaktadır.


ESERLERİ:
2009 yılında Pendên Şafiî (İmam Şafii’nin divanı Arapçadan çeviri) yayınlandı.
2010 yılında Mevlid (Mewlûda Kurdî Bi Şêwaza Hedbî, Kürtçe)
2011 yılında Eqîde û Fiqha Zelal (Akide ve Fıkıh/İlmihal) Nûbihar yayınlarından çıktı…

Röportaj: Kadir Bal




Yolum D. Bekir - Batman- Mardin üçgeninde seyrediyor. Mardin’in, Kızıltepe ilçesine düşürüyorum yolumu. Kürt medreselerinin derin ve engin irfanı ve bilgeliğini kendine has üslup ve yaklaşımlarıyla dile getiren M. Burhan HEDBİ ile bir söyleşi gerçekleştirdim. Kalemini, kelamını ve ilhamını yaşadığı coğrafyanın kadim derinliklerine tercüme eden M. Burhan Hedbi’ye misafir oldum…

M. Burhan HEDBİ ile Kürtlere yönelik "İslam Kardeşliği" argumanını, Kürt sorununu, İslam adaletini, “Eşitlik" ilkesi bağlamında dilin fonksiyonunu ve Kitaplarını konuştuk…

M.Burhan HEDBİ, kendisi ile olan söyleşimizde, okuyucularımız için, Kızıltepe’den en içten selamlarını gönderdi.


Sizi biraz tanıyabilir miyiz?

M. Burhan HEDBİ: Gundiyim! (Şaşırıyorum)


Kaleminizin derdiyle de tanışabilir miyiz, niçin yazıyorsunuz?

Yazmak enteresan bir şeydir aslında… Bazı hisler vardır ki anlatılamaz, sadece yaşanır. Kimileri bazı duyguları sadece yazar, kimisi de sadece yaşar. Yazanlar okunur, yaşayanlar ise örnek olur, alınır.
Kimi sadece yaşadıklarını yazar, kimisi de yaşayamadıklarını yazar… Yaşadıklarını yazanlar tutunur, yaşayamadıklarını yazanlar da zamanla unutulur. Kimi de hem yaşar hem de yazar… İşte, bunlar enderlerdir.

Kaygısızların kaleminden kurtulmak ve bir nebze de olsa kurtarmak için yazıyorum.

Neler yazıyorsunuz peki?

Şuan itibarıyla biri Nûbihar yayınlarından çıkmış olan üç kitabım var…

Bu kitapların içeriğiyle alakalı biraz bilgi verir misiniz?

Biri mevlit, biri İmam Şafinin divanının Tercümesi ve diğeri de Akide ile Fıkıh içerikli olmak üzere üç kitap nasip oldu. Bu yıl yayımlanması planlanan ama bazı teknik sebeplerden ötürü gecikmiş olan “Yüreğin duyabileceği makaleler” adında deneme türü bir kitabım da eli kulağında…

Mevlit hakkında biraz bilgi verir misiniz?

Şimdi hemen belirtmem gerekir ki, Kürtçe birçok mevlit yazılmıştır. Bu çok iyi bir şey. Zira bu, Peygamberimize (s.a.s) duyulan bir sevginin işaretidir. Fakat aldığım duyumlara göre Kürtçe mevlit o kadar çok olmuş ki: "Halk arasında; kimin mevlidini okuyalım, şu-bundan daha bereketli gibi kıyaslamalara varan ve yapılan çalışmaların ruhuyla da uyuşmayan bazı tavırlar oluşmuş. Bundan üzüntü duyduğumu belirtmek isterim. Sanırım bu olumsuzlukların temelinde bazı mevlitlerin yazarlarının yaşıyor olması ve kendi mevlitlerini okutmayı istemelerinden kaynaklanmaktadır. Ve önemle altını çizmek isterim ki bu çalışmayla ben, ne seleflerime bir saygısızlık ne de maddi bir çıkar amaçlamış bulunmaktayım.

Mevcut Mevlitlerde yabancı kelimelerin varlığını müşahede ettikten sonra böylesi bir çalışmaya başladım. Yaptığım çalışmada eski mevlit örneklerinde mevcut olan yabancı sözcüklerden arındırma yolunu seçtim, unutulmaya yüz tutmuş hatta çoğu unutulmuş Kürtçe sözcükleri kullanarak hatırlanmalarına ve Mevlit sayesinde akademik çevrelerden ziyade halk arasında da kullanılmalarına vesile olmasına katkıda bulunmaya çalıştım. Bu mevlidi diğer mevlit örneklerinden ayıran başka bir yanı ise, orijinal Kürtçenin kullanılmaya çalışılmış olmasıdır. Bu çalışmamda Kur’an, sünnet ve tarih bilgileri ile çelişilmemeye önem verdim. Mitolojiden, efsanelerden ve hurafelerden arındırılmış olmasına önem verdim. Ayrıca, başta da belirttiğim üzere: Kısa, net ve doyurucu cümlelerle unutulmuş veya unutulmaya yüz tutmuş Kürtçe kelimeleri cümlelerde kullanarak orijinal dilin ahengini ön plana çıkarmaya çalıştım. Bu çalışmada: Sadece medrese eğitimini alan veya yalnız Latin harfleri ile eğitim alanların aynı anda okuyabilmeleri için hem Arap hem de Latin alfabesini beraber kullandım. Yoksa benim mevlidim şununkinden veya bununkinden daha iyidir veya okutulması gerekir diye böylesi yakışık olmayan bir niyetle yazmadım. Sadece bir borcun ödenmeye çalışılması veya eğitime bir katkı sağlaması amacıyla özgün bir tarzda yazmaya gayret sarf ettim.

Sizce günümüzdeki Kürtçe ne kadar Kürtçe?

Çok az… Ama sebep sonuç ilişkisine bakmak gerekir…


Konu dilden açılmışken bu konuda da biraz düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Öncelikle dil, “Allah’ın varlığının delillerindendir.” Meseleye bu zaviyeden de bakmak gerekir ama ben başka bir konuya temas etmek de isterim. Hep söylenegelen bir söylem vardır: “İnsan düşünen varlıktır”. Peki, düşüncenin menşei nedir sorusunun cevabı nedir? Düşündüğümüz için mi konuşuyoruz yoksa konuştuğumuz için mi düşünüyoruz? Başka bir ifade ile düşünce mi konuşmanın ürünüdür yoksa konuşma mı düşüncenin ürünüdür?

Çünkü klasik kitaplarda insanın tanımı: “Konuşan canlı” olarak geçmektedir. İşte burada konuşmanın yani dilin önemine biraz daha dikkat çekmek adına bunlara da kısaca değinmek gerekir. Izutsu’nun tabiriyle: “İslâm, Allah konuştuğu zaman meydana geldi.” Var olduğumuzu, varoluşumuzu, düşüncelerimizi, hayallerimizi, umutlarımızı biz dil ile ifade ederiz. Dil, düşüncenin basit bir aracı, bir vasıtası olarak düşünülüyor: “İnsanlar bir şeyler düşünürler, sonra da bunu herhangi bir dil aracılığıyla ifade ederler.” Oysa meselenin can alıcı noktası da tam burasıdır. İnsanlar dil olmadan, dile başvurmadan düşünemezler; yani dil, düşüncenin basit bir aracı, bir vasıtası değildir. Biz düşünüyoruz, sonra da düşündüklerimizi herhangi bir dille ifade ediyor değiliz. Bilakis dil, bizim düşüncemizi mümkün kılan şeyin ta kendisidir. Dil olmazsa düşünemeyiz. O yüzden dili düzeltmek düşünceyi düzeltmek demektir. Dil bizim varlığa bakışımızı, varlığa mana verişimizi etkileyen bir şeydir. Dili düşüncenin basit bir vasıtası olarak değil, bizzat belirleyicisi olarak görürseniz, o zaman dildeki her türlü değişim, her türlü bozulma; düşüncenin, dolayısıyla varlığa bakışın bozulması demektir.”

Dilin kültürle de bağlantısı vardır. Her dil adeta, onu konuşan insanların tari­hî varoluş içinde oluşturdukları doğal bir şifre sistemidir.

Aslında ben, “Eşitlik ilkesi bağlamında dilin fonksiyonuna İslami bir değerlendirme” başlıklı bir yazı da yazmıştım.

Sohbet arasında İslam adaletinden konu açılırken, çocukluk yıllarınızdaki çobanlıktan ve “Vektê Dangiyan” diye bir kavramdan bahsettiniz hoşuma gitti, biraz açar mısınız?

(Gülüyor. )

Kürtçe anlatmak kolay ama Türkçesi zordur ha! Ama ta buralara kadar zahmet edip gelmişsin, açıklayacağım senin için

Hayat sahnesinin perdeleri bana, Peygamberlerin sünneti de sayılabilen çobanlık ile açıldı diyebilirim.

Beriwanlar ikindiden itibaren koyunları sağdıktan sonra kuzular, süt emmeleri için koyunların arasına salınır. Biz buna “Dangi” diyoruz. Bu işlemde istisnalar hariç hiçbir kuzu annesine götürülmez. Rabbin mürebbi sıfatının tecellisi gereği, her kuzu annesine gider. Bu koyunların âdeti 100-200 olsa dahi!

Ben bunu İslam adaleti ile bağdaştırıyorum. Şöyle ki: Eğer İslam adaleti de bu koyunların mürebbisi olan Rab tarafından gönderilmiş ise bu adaletin hiçbir çaba göstermeksizin ve birisinin yardımı olmaksızın herkese hakkını vermesini gerektirir. Aksi, bu adaleti hakkıyla işlemeyenlerin kabahati veya çıkarlarına alet etmelerinin neticesidir.



Peki, size göre adaletten ne anlamamız lazım?

M. B. HEDBİ: Adil ve Zalim kavramlarını çok iyi anlamamız lazım. Kendi zulmünü görmeyip ötekinin zulmüne küfretmek de zülümdür. Bir tarafın hakkını vermek için başkasını mağdur eden adil değildir. Bana göre adalet; ahlakla alakalıdır. “Ahlaksız” birisinden adil davranmasını beklemek? Hep dediğim bir şeydir: Ahlaksız olanları yasalar bağlayamaz, ahlaklı olanlara da yasalar gerekmez. Ahlak; bir kitabın cildine benzer. Nasıl ki: “Cilt bozulunca sayfalar dağılır”, ahlak da bozulunca: Ne dirlik kalır toplumda ne de düzen… Düzenin olmadığı yerde adalet ve huzurdan bahsetmek mümkün mü? Huzur ve barışı tesis edebilecek etken kardeşlik olabilir. Fakat onun da bir ahlakı ve hukuku vardır. Bunlardan arî bir tarzda, sadece bunun edebiyatını yapmak, adil olmaktan uzak olduğu kadar kardeşlik hukukundan da uzaktır… Adil olmak için öncelikle kinimizin olmaması gerekir. Olmaması esastır, şayet olsa dahi hakkı perdelememelidir.

Kürt sorununu nasıl tanımlıyorsunuz?

İnsanlık sorunudur…



Bunu biraz açar mısınız?

Yani bu konular çok konuşuldu, konuşuluyor…

Kısaca değinmem gerekiyorsa: Feqiyi Teyran döneminde bir kitap hazırlayan zat, kitabı Feqiyi Teyran’a öve öve sunmaktadır…

Feqiyi Teyran kitabı açmadan içeriğinden sorar.

Bu zat, hayvanlar âleminde hangisinin yavruladığını ve hangisinin de yumurtladığını tespit ettiğini söyler…

Feqiyi Teyran, kitaba bakmadan o zata, senin kitabın iki cümleliktir der ve şu cümleyi kurar: Kulaklılar yavrular, kulaksızlar yumurtlar…

Yani Kürtler insan mı? Evet… O vakit sıradan bir insanın veya halkın hak ve hukuku ne ise, Kürdler de buna tabi tutulmalıdır… Bu, Kürdlerin en doğal hakkıdır. Aksi, Kürtler arasında meşhur bir deyimden öteye gitmez: Dibêjin lê napêjin… Söylüyorlar ama pişirmiyorlar…

Buradan yola çıkan her Kürd, insan yerine koyulmadığını algılar ve bunun aksini tespit için çaba göstermeye çalışır… Kuru edebiyat dönemi bitti sanırım. Bunu anlamak gerekir artık…

Müşteki değil muzdaribim. Çünkü arzu ve isteğim, sevinç ve hüznüm bireysel değil toplumsaldır.


Kürt sorununun “İslam Kardeşliği” ile çözümlenebileceği tezi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şimdi ilk önce İslam kardeşliği ile kardeşlerin islamını ayırt etmeden buna cevap vermek sıkıntılıdır.

Şayet içi Kur’ânî düsturlar ile doldurulmaz ise; aynı ırktan olanların veya bir çıkar için anlaşmış olan kardeşlerin “İslamı” ile oluşmuş bir kardeşlik olacaktır. Oysaki her ırktan aynı haklara sahip olan kardeşliktir, İslam kardeşliği… Günümüzdeki İslam kardeşliğinin ismi, musemması ve muhtevası birbirinden çok uzak...
Kardeşlerin ‘İslam’ı’ başka, İslam’ın kardeşliği başkadır…Bu da egemenler ve egemenlikle alakalıdır.

Âdem’in (a.s) dünyaya gelmesi ile egemenlik sorunu oluştu yeryüzünde… Her egemenin gelişi ve hüküm sürmesi ayrı entrika ve usullerle olmuştur… Ve genellikle başkalarının gözyaşı ve hayatı üzerine kurulur egemenlerin egemenliği…
Birileri ölebilir, birileri de onların naaşları üzerine egemenliklerini inşa edebilir. Peki, bu egemenliği inşa edenlerin vicdanını ne yaşatacak veya işgal ettikleri tarihin sayfalarında onları kim aklayacak… Öyle bir coğrafya düşünün ki insanı, kinlerinden ötürü değil tüfek ve bıçağı, çatal ve kaşığı dahi linç ve öldürme aleti olarak kullanabiliyor… Enteresandır ki Fetvaları bile, her iki taraftan sadece biri dinlenerek veriliyor…

Şayet karşınızdaki İbrahim ise İsmail’i bir tavır sergilemeniz doğaldır. Yok, eğer karşınızdaki Firavun ise o zaman Musa’vari, Nemrut ise İbrahim’i, Ebu Cehil ise Muhammed’i bir tavır ve duruş sergilemeniz gerekir.

Bu, hakkı inşa için Hak adına, Hakk’ın düsturlarıyla mazlum halkın haklı bir başkaldırısıdır.
Zulmün küreselleştiği ve kanıksandığı günümüz dünyasında çocuklar cellâtlarıyla aynı mekânda yaşıyor…
Görmeyen birisine veya topluma bir şeyi göstermek veya bir şeyin farkına vardırmak kolaydır ama görmezden gelenler için yapılan tüm çabalar nafiledir…

“Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. 11/ 113” ayetindeki tehdidi göz ardı etmemek gerekir.
Yani: Baskı, zulüm ve işkenceyle temel hak ve hürriyetleri kısıtlayanlara, Allah yolundaki faaliyetleri engelleyenlere, haksızlık edenlere yakınlık, eğilim göstermeyin. Onların fiillerine iştirak etmeyin, yardımcı olmayın, desteklemeyin ki size ateş dokunmasın. Fakat maalesef günümüzde herkesin zalim tanımı da farklıdır… Zalimi, Allah’ın tanımı dışında farklı bir anlayış ve yorumlama ile tanımlamaya kalkışmak; günümüz sorunlarını da beraberinde getirdi… Zira hal böyle olunca: Kimin zalimi ve kime göre zalim, sorularının cevabı her coğrafyada ve her anlayışta başka başka olmaya başladı…
Peygamber (s.a.s.), sahabelerine “"Zâlim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et!" buyurmuş. Sahabeler de sormuşlar: " Ey Allah'ın Resûlü! Mazluma yardımı anladık ama zâlime nasıl yardım ederiz?" Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s), "Onu da zulmünden vazgeçirirsiniz!" buyurmuştur.

Aslında Peygamber (s.a.s.), zalime de zulüm yaptırtmayınız, bu, sizin kardeşlik görevinizdir demektedir. Maalesef günümüz Müslümanlarının kardeşliği ise başkalaşmış gibi...

Şu yapmacık kardeşlik-insanlık hikâyesinden dem vuranlar yok mu; inanın zalimin zulmünden çok, onlar canımı yakıyor-sıkıyor... Olacaksa Ensar gibi kardeş olmak gerek kardeşim, başka kardeşlik bize lüzumsuz ve anlamsız gelir. Ama dindarların yerini din bezirgânları almışsa, bu isteğinizde de ‘yanlış’ anlaşılabilir ve bu isteğiniz hayatınıza mal olabilir…
Aynı bizler gibi Habil ve Kabil de kardeşti. Kardeşliğimizin de onların kardeşliği gibi neticelenmemesi adına o neticeye sebep olan huylardan kaçınmalıyız.

Evet, huzur ve barışı tesis edebilecek etken kardeşlik olabilir. Fakat onun da bir ahlakı vardır.
Barış, huzur ve en önemlisi de artık kardeşin kardeşi öldürmemesi için gelin; Kabilî ahlakın aksine Habilî, Yusufî ve Ensarî kardeşlik ahlakını hep birlikte inşa edelim.
İslam’ın ırkı yoktur, ahlakı vardır.

Aynı ırktan olmak değil aynı ahlaktan olmak önemlidir. Birleştirici faktör olan ırk değil ahlaktır. Habeşîyi, Farisîyi, Kürdîyi, Rumiyî ve diğerlerini birleştiren, ırk değil o ahlaktı. Ben bu meseleye böyle bakıyorum.




www.adilmedya.com

Güncelleme Tarihi: 04 Ocak 2013, 00:34
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER