İlk insanların güvenlik gerekçesiyle yerleştikleri mağaralar, insanlığın ilkel de olsa ilk yerleşim birimlerini oluşturmaktadır. İnsan nüfusunun artmaya başlaması üzerine mağaralara sığmadıkları için doğaya yerleşmeye başlayan bireyler, evler-köyler ve şehirler kurmaya başladı. Bu süreç tamamıyla kendiliğinden oluşmuş olması itibariyle oldukça anlamlıdır. Bu durum “birlikte yaşama” kültürünün ilk örneğini de teşkil etmektedir.
İlk dönemlerinde doğada hazır bulunan yiyecekleri, “avcılık-toplayıcılık” yöntemiyle elde eden birey, daha sonradan yerleşik yaşamın beraberinde getirdiği kendi besinini üretme zorunluluğundan tarımsal faaliyetlere başlamıştır. Tarımsal faaliyetlerin başlaması, ilk yerleşim birimlerinin kurulması ve birlikte yaşama düzeni derken yavaş yavaş medeniyetin ilk adımları da atılmıştır. “Tarım toplumu” olarak nitelendirilebilecek sosyal yapının oluşması beraberinde özel mülkiyet, hukuk, yönetim, kent ve kentlilik gibi kavramların ortaya çıkışı ve bireyin hayatında daha gözle görülür/hissedilir durumda kuralların egemen olmaya başlaması süreci gelmektedir. Tarım toplumu döneminde dinin, sosyal yaşamı şekillendirdiği ve bu nedenle biz duygusunun ön planda tutulduğu da gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktadır.
Reform, rönesans, aydınlanma çağı ve sanayi devrimi gibi önemli sosyal-ekonomik ve politik gelişmeler, toplumu ciddi bir değişime tabi tutmuştur. Şöyle ki meydana gelen gelişmeler toplumun üretim biçimini değiştirdiği ve kültürel düzeyin yükselmesi sonucu bilinçli sosyal katmanların oluştuğu gözlenmektedir. Sanayi devrimiyle tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sağlanmıştır. Böylece işçi-işveren, üretici-tüketici, sendikal gelişmeler ve demokrasi mücadelesinin yaşandığı bu dönemde hukuksal ve yönetim tabanlı değişimler de kaçınılmaz olmuştur. Devlet yönetimleri bu dönemde bu değişimleri göz önüne alarak bireylere daha fazla hak vermiştir. Unutulmamalıdır ki bireylerin “bilgi ve bilinç düzeyi” arttıkça daha fazla hak talep eder. Devlet yönetimleri de bu hakları diğer bireylerin hak ve özgürlük alanlarına müdahale olmadığı sürece karşılamaya çalışır.
Toplumsal rollerin ve ilişkilerin giderek karmaşıklaşması üzerine “sosyal yapı” ciddi bir biçimde değişmiştir. Bu durum “sanayi toplumu” kavramıyla ifade edildiği ve ben duygusunun ön plana çıktığı bir dönemin başlangıcıdır. Sanayi toplumunda hemen hemen her şey “kâr” kavramı etrafında şekillenmektedir. Burada kâr kavramının birey kavramından daha öne çıktığını üzülerek ifade etmeliyim.
İçinde bulunduğumuz dönem ise “bilgi çağı” olarak nitelendirilmektedir. Bu dönemde her şeyin ama her şeyin teknolojik gelişmeler nedeniyle ışık hızıyla değiştiği, bilgiye ulaşma ve yaymanın önceki dönemlere oranla daha demokratik olduğu, bilginin ve bilmenin ön plana çıkması, bu dönemin temel özellikleri arasında yer almaktadır. Giderek büyük bir köy halini almaya başlayan dünyamızda, hızlı değişime ayak uydurmak, bireyler için bir zorunluluk haline gelmiştir.
Son yıllarda kadın dostu kentler, engelli dostu kentler gibi projelerle kentlerin, bireylerin ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn edilmesi önemli bir dönüm noktasıdır. Özellikle bireyin ihtiyaçlarının karşılanmaya çalışılması, ona verilen değeri göstermesi açısından oldukça anlamlıdır. Tabi bunları yaparken doğal yapıya dikkat ederek yapmak çok önemlidir. Doğanın bir parçası olduğumuz ve bizim dışımızda canlıların da “yaşam alanı” olduğunu göz önüne almak devlet yönetimleri ve belediyeler açısından bir zorunluluktur. Özellikle yerel yönetimlerin bireyler için sunduğu “sosyal proje” kapsamında yer alan “sosyal alan yaratma” düşüncesi ile toplumun ve bireylerin beklentilerinin paralel olması oldukça önemlidir.
Belediyeciliğin kaldırım taşı döşemek ya da sokak lambası takmak dışında oldukça ciddi ve yaşamsal görevleri olduğu unutulmamalıdır. Her şeyden önce belediyecilik, yerel yönetim yani hitap ettiği bireylerin ihtiyaçlarını en iyi bilen, ilk basamak yönetimdir. Dolayısıyla bireylere “yaşamsal alan” sunmak zorundadır. Bu yaşamsal alanlar; kültür merkezleri, kadın/gençlik merkezleri, otopark, park, doğanın korunması anlamında imara açılacak bölgelerin birey için önemi gibi hususları göz önünde tutmalıdır. Belediye yönetimlerini, verdikleri oylarla göreve getiren bütün seçmenlerin “verdikleri ve vermedikleri oy” gereğince belediyelerden haklı olarak bu konularda talepte bulunmalı ve gerektiğinde hesap sorabilmelidir. Çünkü belediye yönetimleri, herhangi bir siyasi grubun temsilcisi olmaktan ziyade belediye sınırları içerisinde yaşayan bireylerin yaşam standartlarını yükseltmek için hizmet sunan bir konumda olmak zorundadır.
Bireylerin, kent yaşamına özgü çeşitli davranış kalıpları içerisinde davranması, o kenti çağdaş ve yaşanılır bir alan yapmaktadır. Birbirlerinin “hak ve özgürlüklerine” daha fazla hassasiyet göstermeleri, birbirlerinin yaşam biçimine/tercihine, dünya görüşüne, kimlik, dil gibi farklılıklara göre değerlendirmeden salt birey/insan oluşu nedeniyle saygı ve değeri hak ettiğini unutmamalıdır. Bu noktada, bireyin diğer bireyleri çeşitli etiketler kullanmak suretiyle ötekileştirmesi ve tercihlerine saygı duymaması onu “modern bir ilkel“ yapar.