Yıllar yıllar önceydi. Benden bir yaş büyük olan kız kardeşimin ilk okula başlamasını hazmedemediğimden, kız kardeşimin okul çantasını yerden yere vurarak, ilk okula kız kardeşimle beraber kayıt edilmeyi başarabilmiştim. Türkçe bilmediğimden herkesin ilk ders yılını yarılamış olduğu öğretim yılında, bir tercüman vasıtasıyla birinci sınıfa dahil olmuştum. Tüm arkadaşlarım “çiçek ol” komutunu öğrenmişken, ben henüz Türkçe bile bilmiyordum. İşte o gün, yani okulumun ilk günü, öğretmenimin “çiçek ol” komutuyla onlarca çiçeğin içinde bir yaban otu gibi kalakalmıştım. Sonrasında da bu yüzden yüzümde bir gül bahçesi bitivermişti. Okula başlarken Türkçe konuşmayı bilmeyen benim gibi çocuklara, Türkçe okuma yazma öğretmeye çalışıyorlardı. Her sabah avazımız çıktığı kadar bağırarak “Ne mutlu Türküm Diyene” diyerek güne başlıyorduk. Sonra zamanla hayatımızı sadece Türkçe yaşamaya alıştık. Annemiz dışında neredeyse kimseyle anadilimizi konuşamaz olduk. Zaten adı üstünde ana dildi ve sadece anayla konuşulurdu. Zamanla bu durumdan bırakın rahatsız duymayı, mutluluk bile duymaya başladık. Öyle ya, Türkçe her yerde elit bir dil olduğu gibi, o yaşta da herkes için ayrıcalık sebebiydi.
Orta okula başladığımda, bir Türk’ den daha çok Türk hissediyordum kendimi. Kürtçe benim için evden çıkarken annemin avuçlarına bırakıp, eve dönerken tekrardan avuçlarından aldığım, emanet bir eşyaydı artık. Henüz ortaokul yıllarında sınıf arkadaşlarım, değişik siyasi fikirlere empoze olmuşlardı. Sınıfta, bir yanımda ben Hizbullahçıyım diyen arkadaşım, diğer yanımda ben PKK’liyim diyen arkadaşlarım vardı. O yaşta küçük bedenlerine öyle ağır yükler yüklenmiştiler ki. Kimi günler, bu karşıt gruplar arasında, bu yüzden çıkan gerginlikler ve kavgalar, bugün gibi aklımdaydı.
Lise yıllarına kadar her şeyiyle Türkleşen ben, lise yıllarında yeniden sorgulamaya başladım kendimi. Bu sorgulama için başta doğal olarak lisemin kütüphanesine başvurdum. Benim huyumdu, hiçbir şeyi sorarak öğrenmezdim, en azından bunu insanlara sorarak öğrenmezdim. İlk defa kitaplardan okudum Kürtleri. O dönemde “Kürt” kelimesi o kadar yasak bir tabuydu ki, onlar hakkında ne bulsam okuyup benimseyecektim. Nitekim öyle de oldu. Bir kitapta Kürtlerin, Osmanlı döneminde Yavuz Sultan Selim zamanında devletin yanlış politikaları yüzünden yönetime küsüp dağlara çekilen Türkmenler olduğu yazılıydı. Meğer ki bu Türkmenler, karlı dağlarda yürürken ayaklarından çıkan “Kart-kurt” sesi ile kendilerine Kürt ismini vermişlerdi. O kitapta yazılanlar, o dönemde çok mutlu etmişti beni. Meğerse bizim Türklerden hiçbir farkımız yoktu, o zaman yöneten Türklerden küsmüştük, bugün de barışırız olur biterdi. Televizyonda gördüğüm haberlerde çıkan çatışmalarda ölen insanlar ölmemeliydi artık, onlara bir an önce bu hayati gerçekler öğretilmeliydi (!).
Zamanla, o dönemde yasal olmayan kitaplara da ulaştım. Böylece kazın ayağının pekte “Kart-Kurt” dan ibaret olmadığını anlamıştım. Tüm benliğimle sadakat gösterdiğim devlet yönetimi, meğer ki yarım asırdan fazla süredir sistematik olarak beni tarih sahnesinden silmeye çalışıyordu. Lisenin 2. sınıfında fark ettiğim bu acı gerçekler, yeni bir travmayı da beraberinde getirmişti. Şimdi sil baştan yeni bir ben olmayı nasıl başarabilecektim. Kürtçeyi yeniden öğrenmek, Kürt olmayı yeniden başarabilmek, en zoru da devletin bu hatasına dur diyebilmek ne kadar da zor bir şeydi. O dönemde dini bütün biri olmama rağmen sırf bu gerçekleri sesli bir şekilde sorguladığım için, yakın arkadaşlarımdan “komünist” damgası yemiştim.
Bu karmaşa içinde Liseyi bitirip üniversiteye atıldım. Dicle Üniversitesi’nde Hukuk Eğitimime başlamadan önce, özellikle bu siyasi karmaşa, beni dahil tüm çevremi endişelendirmişti. Fakat ben kararlıydım, okul okuyup büyük adam olup, devletin bu hatasına dur diyecektim. Bana verilen tüm olanakları sonuna kadar kullanacaktım. Öylede yaptım. Dün dindar iken hiçbir cemaate dahil olmadığım gibi, bugünde politize olmama rağmen, hiçbir siyasi partiye üye olmadım. Dünyayı insan temelli düşündüğümden, haksızlıklara karşı durmayı yaşam felsefesi olarak kabul ettim. Bu yüzden hayatımın değişik aşamalarında değişik renklerde algılandım.
Askeri darbe yıllarında başucumda asker postalları ile uyandığım sabahları da hatırlıyorum, sokak ortasında güpegündüz siyasi sebeplerle başından vurulup ölen insanları da. Benim barışa samimi bir şekilde yakınlık duymam işte bu yüzden. Bu yüzden her şeye rağmen biraz daha itidal, sabır ve öz veri diliyorum. Basit sebeplerle bu demokratik sürecin sekteye uğramasın istiyorum. Bu yüzden Kürt sorununun siyasetçilerin basiretsizliğine kurban edilemeyecek kadar hayati değerde olduğunu düşünüyorum. Provokasyonlara bu yüzden dikkat edilmesini istiyorum. Geçmişte yaşanan nice tekerrürler gibi, bu son sürecinde derin ellerin etkisiyle sekteye uğramasından korkuyorum. Barış ve uzlaşı, iki taraflı yapılan bir eylemdir. Bu yüzden, iki tarafında birbirini suçlamak yerine, kendi özeleştirilerini yaparak, özveriyle bu uzlaşı ortamına katkı sunmalarını istiyorum. Bu sürecin tıkanması demek onlarca genç bedenin yeniden toprağa gömülmesi demektir. Bu yüzden siyasi muhatapların bu empatiyi kurarak, sürece olumlu katkı sağlamaya çalışmalarını istiyorum. Birbirimizi suçlayıp paranoyakça yaklaşımlar sergilemek yerine, birbirimize yeniden ve tüm samimiyetimizle yaklaşmamızı istiyorum. Bu yüzden geçmiş hesaplardan kurtulup gelecek için bir şeyler yapılmasını istiyorum. Birbirimizi yeniden anlamak için, azami gayret göstereceğimiz günlerin yakın olması dileğiyle, hayırlı haftalar hepinize…