Lastik Ayakkabılarımın Adıydı “Canavar”

      Günler sayıyordum kendimce.

      Ve her biten gün için evin damına, her akşam küçük bir taş atıyordum. Sonra da dama çıkıp kaç gün kaldığına dair hesabı parmaklarımla yapar dururdum.

      Bir yerden duymuştum, otuz taşın ardından güzel günlerin geleceğini…

      Son günlere doğru bende uyanan his ve heyecanın, yıl boyunca süregelen özlemlerime nefes aldıracak zamanın titrek ve hızlı ilerleyişine zemin hazırlıyordu sanki…

      Bir yandan sattığım bakır tellerden harçlık biriktirirdim, öbür yandan gelecek günlerin, ümit ve berrak zihnime vereceği telaşlı halim ile ilgili planlarını yapıyordum.

     Hazırlıklarımın sonu bitmek üzere idi ve daha iki ay öncesinden merakıma, hayallerimin şemsiyesini gölge yapmıştım.

     Anneme: Kaç gün kaldı diyordum?

     Az kaldı, git taşlarını say, anlarsın diyordu.

     ***

     Babamın kavak ağaçlarında yaptığı ve dama çıkma esnasında bize elli defa Bismillah dedirten Allah’a emanet merdivenin üzerinden taşları saymaya gittiğimde; ayağımın içindeki pabucuma baktım. Annemin tüp üzerinde ısıttığı bıçak ile yama yaptığı naylon ve beyaz renkli ayakkabımın üstündeki delikler kapanmış, hayli yıpranmıştı. Tabanı incelmiş, daha önce yapılan yamaları sökülmüş ve yeni yamalara fırsat verecek tek tarafı bile kalmamıştı.

    Dış kapının Mandalından tak û rak diye bir yankılanma çağrısını işitince, hızlı adımlarla gelen çağrıya doğru yürüdüm.

    Demirden yapılmış ve açılınca zil vazifesini gören evin dış kapısını açar açmaz; gri renklerle örülmüş filenin içindeki (Sola Qîrînî) lastik ayakkabıya gözüm ilişti. Öyle kapalı kartonun içinde değildi, süslü püslü bir poşeti de yoktu. Sade ve şeffaf bir naylonun içinde duruyordu.

    Ruhumu taşan duygusallığımı eski pabuçlarımın içine gömerek; lastikten yapılmış ve kapkara tabir bile simsiyah rengini karşılamayacak olan (Sola Qîrînî) ayakkabımın bir ferini sol yanıma, diğerini de sağ yanıma alarak yüreğime değdirdim.

   ***

     Yarın bayramdı ve onu başucumdaki yastığımın yanına değil de; yorganın altında ve kokusunu hissederek saklamalıydım.

      Üzerimdeki fanilayla dükkânda tozlanan yanlarını sildim. Parlamış renkleri solmasın, kimse dokunmasın ve çabucak eskir diye ayaklarımda denemekten bile çekindiğim ayakkabımı tekrar poşetin içine yerleştirdim. Ellerimi üzerinde gezdirdim, kokusuna biraz daha aşina olayım diye kucağıma alıp yüreğime doğru bastırdım.

    “Bunu da bir ay içinde yırtar atarsın. Bu üç ay içinde aldığımız ikinci canavar. Biz çocuk iken yılda bir canavar ayakkabı ile idare ediyorduk. Bu bayramda giy, sonra tekrar onu kaldır. Öbür bayramda giyeceksin ha! Benden başka ayakkabı istemeyin” diye kızıyordu ve ardından “Bak hanım! Sende oğlunu tembih et, ayakkabını taşlara vurmasın” Diyordu Babam…

      Merdivenlerden dama çıktım. Yere serilen yatağımın yanına taşlarımı aldım. On beş tanesini eski ayakkabımın bir ferine, diğer on beş tanesini de öteki ferine koyup saydım. Otuz taşım olmuştu. Adını yeni öğrendiğim canavar ayakkabımı da bir kez öptüm. Yıl boyunca topladığım harçlığımı saydım ve döşeğin altına sakladım.   

      Gökyüzü karanlığında parlayan yıldızlardan gözlerimi yana doğrultarak, sabah’ın ilk ışıkları ve minareden yükselen ezanın sesi, beni kesin uyandıracak rahatlığı ile gözlerimi kapattım, üzerime yorganımı çektim.

      Yarın erken kalkmalıyım. Çünkü yarın bayram,

      Çünkü yarın canavar ayakkabımı arkadaşlarıma göstereceğim ve belki ayakkabısı olmayanları da kıskandıracaktım. Belki de bana bir şeyler anlatacaklar ve çocuk gözlerim dolacak.

      Vesselam Herkese…

 

                                                  

YORUM EKLE