Bir gözlemden hareketle söylemeyelim, metni tarayan bazı arkadaşlar pırıltılı bakışlarla, doğru ve yanlış kısımları tartıştılar. Elbette bilenler için Kürtçe’nin, iletişimin her türlüsünü kotarabilecek bir kudreti temsil ettiği ortadadır. Ama kamuoyu, Türkiye’de yabancı dillerin öğretilmesi tartışmaları dışında, dil meselelerinde, ilk defa ülkede başka bir dilin, Kürtçe’nin de somut örneklerini tanıdı.
Türkçü düşüncenin önemli aydınlarından Profesör Mümtaz’er Türköne, Star’dan Fadime Özkan’a verdiği bir röportajda, (bu röportajı Özkan, Okurkitaplığı Yayınları’dan çıkan Dil Yarası kitabında yayımlamıştır), meselenin nirengi noktasını ve esas yönünü, ‘Kürt sorunu Kürtçe sorunudur’ diyerek, içinde nefes alıp verdiği cemaatten farklı bir tespit yapmış ve şaşırtıcı bir çıkış yapmıştı. Gerçekçi bir yorumla Türköne, şunları söylemişti. “Bu işin [Kürt sorunun] tek çözümü Kürtlerin Kürtçeyle ilgili ne talebi varsa hiç tartışmadan, müzakere konusu yapmadan kabul etmek. Bunun uç noktası da Kürtçe eğitim meselesi. Bugün devlet kabul etse, ilkokuldan üniversiteye kadar bunu sağlayacak olanların yetişmesi için en az on yıl geçmesi lazım.”
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Talim ve Terbiye Kurulu’nun kararı sonucu, Kürtçe’nin seçmeli ders şeklinde resmî eğitimde yer almasıyla birlikte, devlette ‘kabul’ gerçekleşmiş görünüyor. Mesele Kürtçe’yi, Türkiye’nin nesnel bir gerçeği olarak kabul etmektir. Zihnî planda meşruiyet kazanan bir olguyu teknik açıdan düzenlemek kolaydır. Türköne’nin ‘en az on yıl ‘ süre biçtiği Kürtçe’nin önce seçmeli, sonradan ana dil statüsünde eğitimle buluşması, nereden bakılırsa, ülkedeki agresif tansiyonu bir öçlüde yatıştırabilecek niteliktedir. Aslında, Kürtçe yasağı, ülkedeki siyasî kutuplaşmalardan ziyade bölge insanının merkezle ilişkilerini de tahrip etmiştir. Yıllarca dayatılan ‘vatandaş Türkçe konuş’ politikasının zihinlerde yarattığı yarılmayı düşününce, ne dediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Sosyal-psikoloji uzmanları için emsalsiz bir araştırma sahası fırsatı sunan (hakikaten bu ‘yarılma’nın psikolojik boyutları araştırılmalıdır) durumun net bir betimlemesini, Mehmet Bozarslan’nın ilk baskısı 1966’da yapılan Doğu’nun Sorunları’nın ‘Doğu’da Dil Sorunu’ bölümünden okuyalım: “ 7-8 yaşındaki çocuklar Kürdçeden başka bir dil bilmeden okula giderler. Okulda, konuştukları dilden bambaşka olan ve kendilerine yabancı bir dille, yani Türkçeyle karşılaşırlar. Çocuğun kendisine anlatılan ve öğretilmek istenen konuları anlıyabilmesi ve öğrenebilmesi için önce Türkçeyi öğrenmesi gerekir. Oysa gider gitmez, bu dille okuması ve öğrenmesi isteniyor. Öğretmen anlatıyor, anlatıyor, ama o bir türlü anlamıyor. Bu durumda bir çocuğun ne sıkıntılar çektiğini, okula gittiğine ne kadar pişman olduğunu anlamak güç olamasa gerektir.”
İş sadece Kürtlere seçmeli veya ana dil biçiminde Kürtçe eğitimi vermekle sınırlı kalmamalı. Bundan başka, Türklerin de yavaş yavaş Kürtçe’yi tanımaları, öğrenmeleri, hattâ Kürtlerle bu dili konuşacak düzeyleri edinmelerini sağlamak olmalı. Şeyhmus Diken’nin dediği gibi, meselâ yayınevleri bünyelerinde Kürtçe editörlük gibi bir fikre nasıl bakarlar? Öyle ya, Kürtçe yayıncılık ilgisiz kalınmayacak ölçüde gelişmektedir, hâlihazırda.
Güncelleme Tarihi: 19 Haziran 2012, 10:45