“Konuş, bu kısa zaman yeterince uzundur!”

Bir ressamın yalnızca resim yapma tutkusu değil aynı zamanda resmettiği insanlara dair de tutkusu olmalı.” Émile Durkheim

Bir ilçe olmasına rağmen hayli kalabalık bir yer, üstelik içeriden ve dışarıdan oldukça göç almış durumda. İçinde yaşayan insanlar “temsili temsilcileri” tarafından çoğunlukla, kitle, halk, millet, kalabalık, sayı, çoğunluk, seçmen olarak anılır ve çağrılırlar. Bir bakıma sürekli hareket halinde olan bir resmin içinde devinip duran insanlar. Hatta sanatçısının elinde her an bir figür, bir desen, bir manzara olabilecek kum taneleri. Evet, “kum sanatı” daha çok tanımlıyor bu durumu. Gerektiğinde toplanıp, gerektiğinde dökülen, öncesine ait izleri hemen silinebilen ve yeni bir tasarıma neredeyse hiç şaşırmayarak adapte olabilen kum taneleri… Bu tabiî ki sadece bizim yerelin bir hadisesi değil, genelin mevcut halinin yerele düşen gölgeleri…

Önümüzde nasıl bir kentte yaşayacağımıza karar verecek olan başkanın, ekibin, algının, aklın, duygunun bir anlamıyla seçimi duruyor. Ve buna kimlerin karar vereceği bir yana nasıl kararlar alınacağına ilişkin tek bir açıklama yok. Sosyal medya üzerinde sürüp giden “kişiler üzerinden” varsayımlar, sokakta kendi aralarında homurdananlar ve bir adayı nasıl parlatacağıyla ilgili mesai harcayan bir yerel basın mecrası var.

Jean Baudrillard’ın sessiz yığınların gölgesinde kitabında dediği gibi “Artık toplumsallaşmayı belirleyen şey kuramsal sınırlar değil, haber miktarıyla iletişim araçlarının karşısında geçirilen saatlerdir.”

Evet toplumsallaşmayı, genelde/büyük ölçekte/ana akımda belirleyen şey her ne oluyorsa, yerelin yani küçük ölçeğin içinde de aynı araçların daha az donanımlı muadilleri belirliyor.

Söz konusu olan şey bir kentin yaşamı, mimarisi, trafiği, turizmi, yolu, doğası, yüzü, kültürü, sanatı, çocuğu, engellisi, yaşlısı, genci, öğrencisi, bir arada yaşayabilme paydalarının oluşumu diye düşünürsün ve bunun için kentte yapılacak her şeyin biricik muhatapları olan insanların ne düşündüğüne, ne istediğine, neyi istemediğine kulak verilmesi gerektiğini düşünürsün ve doğal olarak o kulağın herkese ulaşılabilir bir noktada olmasını beklersin. Ancak hangi gelenekten geldiği çok da önemli olmayan (tüm gelenek ırmakları dönüp dolaşıp aynı havuza aktığı için) adı bazen başkan, bazen eşbaşkan, bazen lider, bazen genel merkez, bazen parti olan tüm belirleyici kişi ve kurumların “kulağın” nasıl bir şey olduğunu, neye benzediğini bilmediğini fark edersin. Çünkü onlar hep “dil” olmayı bilmiştir. Ve o dil için az vakit diye bir şey yoktur… Çünkü en kısa zamana en çok hamaseti, en çok ajitasyonu, en çok sloganı, en çok hülyayı, en çok popülizmi sığdırabilme kabiliyetine olan güveni tamdır…

Bu yüzden hep sabırlıdır ve telaşa mahal yoktur. Zaman daralmaz, tüm sorunlar onun malumudur, neyin ne olduğunu, nasıl yapılacağını bilir, bize yakındır, bizdendir, dolasıyla kimseyi dinlemeye de gerek yoktur… Hem dinlemek istese bile kulağını yanına almayı unutmuştur.  Sağlık olsun.

Ez cümle, yaşadığımız kent büyüyen bir yer, çoğu şey çok sonradan geliyor, bazıları gelir gibi yapıp gelmiyor, yüksek bir genç nüfus var ve çok sancılı demler yaşadı ve yaşıyor... Biz yaşadığımız yerin iyi olmasını önceliyoruz ve istiyoruz. Biz diyorum çünkü eminim böyle düşünen insanlar çoktur.  En malum ifadeyle aslanın yattığı yerden tanındığı söylenilir, bizler sizi yattığınız/ yaşadığınız yerden değil, kendi yattığımız/ yaşadığımız yerden tanırız! Ve sizi nasıl tanımamızı istiyorsanız ona göre bir yer layık görün bize...

Kendinize…

Yukarıdaki başlık Pakistanlı şair Faiz Ahmed Faiz’e aittir.

YORUM EKLE