Gani Türk: Gani Türk: “ Yazma serüveninde ve edebiyatta deneme dili bana göre en özgür ve en geniş alandır.”


Hazırlayan: Hekîm BAYINDIR
Kelimeler, beynimin bütün çocukları.’ Yazar Gani TÜRK, ilk romanı Cennetin Havarileri’nin ilk sayfalarındaki bu cümleyle dile nasıl bir aşinalıkla yaklaştığını görüyoruz. Hayatta kullanılan dilin farkındalığının karakterlere nasıl da yeni ufuklar kazandırdığını da… Romanlarında sosyolojiden tarihe, oradan da felsefeye uzanan çok katmanlı yolculukların eksik olmadığı Yazar Gani Türk İle yazınsal yolculuğunu ve ‘Toprakta yeşeren candır…’ gibi bizi doğaya ve kendimize yeni bir gözle bakmaya davet eden cümlelerin eksik olmadığı son eseri Hazan Kıyısında Aşk’ı konuştuk.

 

-Kendinizi tanıtır mısınız?

Nusaybin’de doğdum, Nusaybin Lisesi’ni bitirdim, Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunuyum, hekimlik görevimi halen Mardin’de sürdürüyorum. Sait Faik, “Yazmasam delirecektim.”demişti ya, işte ben de yazmasaydım galiba ya çıldıracaktım ya da kendimi yok edecektim; bir de yeşil bir dünya ve suyu görmezsem… İnsan, yaş alıp tecrübe kazandıkça dünyanın Cervantes’in Don Kişot’una göre dönmediğini, aslında Don Kişot’un Yel Değirmenlerine göre döndüğünü anlıyor.

 

-Yaratımlarınız hangi koşulların ürünü olarak vücuda geliyor?

Doksanların o zorlu koşullarını ruhen halen yaşıyorum, belki de o habis koşulların yarattığı travmalardan kurtulmak veya kendime görev ve sorumluluk bildiğim ruh halimi, toplumsal sorumluluklarımı, belleğimi tedaviden geçirmek için yazıyorum, bilemiyorum. O netameli yılları bilen biri olarak, “Gerçek edebiyat kaybedenleri anlatır.” diyen Umberto Eco’nun o güzel sözünü hep eksik bulurum. Edebiyat, direnenleri ve kazananları da anlatmalıdır. Zulüm, haksızlık, adaletsizlik her dönemde vardı ve insanoğlunun bulunduğu yerde her zaman da olacaktır maalesef, ama zulme, adaletsizliğe, eşitsizliğe direnenler, aşka inananlar ve bunları yazanlar da olacaktır. Yazarlar insanın iç dünyasının ve içinde yaşadıkları doğanın gözleyenleridir, ben de kendi potansiyelimce bir gözleyeniyim. Lanetli, bereketli ve direngen toprakların kalbi izdüşümünde yaşıyoruz, bu durumumuz hem çok onur verici hem de çok acı verici bir durum oluyor. O yüzden bu sorunuzun bende karşılığı kalemin gücünün ve hikâyesinin sonsuz olabileceği fikrini doğuruyor. Yazmak konusunda beni en çok korkutan durum, tekrara düşme konusudur; bu durumu yaşamak istemiyorum. Tabi çok kültürlülüğü, hikâyesi, coğrafyası, tarihi zengin bir atmosferde yazarken hikâye bulmak, karakter yaratmak da daha olasıdır diye düşünüyorum. Önemli olan edebi ve evrensel normları yakalayabilmektir. İçinde bulunduğum koşulları ve gözlemleyebildiklerimi düşündüklerimle de harmanlayıp kendi üslubumca hikâyeleştirmeye çalışıyorum. Toplumcu/gerçekçi edebiyattan yola çıkıyorum, ama orada saplanıp kalmamaya çalışıyorum. Çağdaş ve postmodern roman edebiyatının normlarını elimden geldiğince zorluyorum.

 

-Dünden bugüne yazarlık hikâyenizi anlatır mısınız?

İlkokuldan beri kitap okumayı çok seviyorum, ama o zamanlar okuyacak kitap bulamıyordum. Ne kitap alacak paramız vardı ne de kitap bulacak bir kitapçı. O zamanlar bulabildiğim kitabı en az üç defa okumuşumdur. Bunlardan bir Ahmet Günbay Yıldız’ın “Yanık Buğdaylar” romanıydı, bir diğeri “Huzur Sokağı” romanıydı, ama beni kendisine çeken Yaşar Kemal’in, “İnce Memed”i idi. O zamanlar gazetelerde bölümler halinde hafta sonları yayımlanıyordu. Hafta sonu gelince eğer hafta içi harçlığımı biriktirebilmişsem gidip krallar gibi gazetemi alıyordum. İnce Memed’in devamını anlatan sayfayı alıp birkaç defa okuduktan sonra İnce Memed’i gazeteden ayırıp saklıyordum, ama kış aylarının zorlu koşullarında okula gitmek için otobüse binmek zorunda kaldığımda gazete alacak param kalmıyordu, o zaman da işi kendimce tilki kurnazlığına bağlıyordum. Sabah uyanır uyanmaz soluğu gazete bayisinde alıyordum, ayaküstü gazetenin Yaşar Kemal bölümünü hızlıca okuyup gazeteyi beğenmediği için almaktan vazgeçen bir okur profili çizmeye çalışıyordum. Her nedense gazeteci amca da oralı olmuyordu ya da derdimi anlayıp ses çıkarmıyordu. Gazeteci amca bir gün olsun bu hareketlerimden dolayı beni terslemedi. Üniversitede sevgili Adnan YÜCEL’in baş belası olmuştum. Benim “Şiir yazdım.” deyip hocaya okuttuklarımı hoca bir türlü onaylamıyordu. Aylar sonra onu odasında beklerken, geldiğinde en son yazdığım şiiri gösterdim ve “Bu da olmamışsa anlayacağım ki benden bir cacık çıkmaz ve söz veriyorum, bir daha sizi rahatsız etmem.” demiştim. O şiirim Ankara’da Damar Dergisinde yayımlandı, ikinci şiirim Adana’da Söylem Dergisinde yayımlandı, artık milli olmuştum. Sonrasında üniversitede birkaç arkadaşla beraber Dirim isminde bir fanzin dergi çıkarmaya başladık. Derginin birinci sayısı ilgi görünce işi resmiyete döküp ikinci sayısını iki kurucusundan biri olduğum TÖK(Tıp Öğrencileri Kolu) adına Türk Tabipler Birliği Adana Şubesi bünyesi altında çıkardık. Ülke genelinde yaklaşık on beş üniversitenin Tıp Öğrencileri Kolundan dergi talebi patlaması gelince sanırım birileri düğmeye bastı ve Tabipler Birliği arkamızdan çekildi:)) Ben de dergi sürecini sonlandırdım, maddi olarak direnecek hiçbir gücümüz yoktu çünkü. Yol paramıza sıkışmış durumdaydık. Zaten fanzinin ilk sayısını Üniversite fotokopicisine günlerce fotokopi çekerek emeğim karşılığında işi beleşe getirmiştim. Mezun olduktan sonra 2002’lerde banka kredisi çekerek Ütopya dergisini çıkarmaya başladım. O dönemler Ülkede fanzin de çok azdı, dergiler de… Bu arada ben intörn iken Adnan Yücel akciğer kanserine yakalanmıştı,bana en son vasiyeti; “Yazmayı bırakırsan hakkımı helal etmem.” olmuştu ve yazmayı bırakmadım.Aşkın ve kavganın şairi sevgili Adnan YÜCEL’in; “Al bunlar sende dursun, sana veriyorum.” dediği renkli fotokopi kağıdına yazılmış ve hastanede yazdığı iki şiiri hala duruyor bende. Birini internette buldum, biri ile hiç karşılaşmadım. Belki sonradan basılmışlardır bilmiyorum ama emanetleri kütüphanemin en özel kuytuluklarında yaşıyor. Üniversiteden mezun olmuştum. Yıl iki binlerin başıydı. Ütopya Dergisi adı altında Nusaybin, Diyarbakır ve ülkenin bütün sokaklarında dolaşmaya başlamıştım. İlgi ve talep yüksekti ama çoğu dergilerin kaderini bizde yaşadık, dergicilik serüvenimiz iki yıl sürdü.

 

-Romanlarınızı hangi temeller üzerinde inşa ediyorsunuz?

Yazar olmanın veya yazmanın en tehlikeli yanı bence bilmenin, tecrübenin ve kalemin altında bir şekilde ezilmektir veya bu tehlikeli ve zekâ gerektiren üç olgunun soytarısına dönüşmektir. Bu hataya düşmemeye çalışıyorum. Tekrara düşmek de beni korkutuyor, o yüzden sanırım çok sayıda kitabım olmayacak. Binlerce yazan var, ama yazar olmak, olabilmek çok özel bir ayrıcalık, Tanrının gücüne meydan okuyorsun veya gücünden pay istiyorsun… Üç beş paragraf veya yazı ile bir özgüven patlamasını yaşamak korkunç bir hatadır, kalemi körleştirir. Tabi, kurgu ve karakter belki romanın belkemiğidir, ama roman edebiyatında kalıcı ve haklı bir yer edinmek, bir iz bırakmak için yeterli değildir; en fazla binayı sağlam yapmış olursunuz. İşin bir hesap kitap noktası da olmalı, yani bir roman yazarı, iyi bir mühendis olması yanında iyi de bir mimar olmalıdır. Okur sağlam bir evin yanında içini titreten, duygulandıran, etkileyen, heyecanlandıran bir evin içinde olduğunu da hissetmeli. Yazarın da bir niyeti, hedefi ve amacı olmalı. İşte bu gerekçeler yüzünden şiirsel dilden ve deneme dilinin bana sağlayacağını düşündüğüm özgürlük avantajından vazgeçmek istemiyorum. Roman yazarken; parçadan bütüne doğru yol almaya çalışarak yazmaya çalışıyorum. Şiir ve deneme de edebiyatın birer dalı ve çocuğu, çocuklar birbirleriyle aynı ortamda oynamak isterler… Düşünün ki evin inşaatını bitirdiniz ve oturma aşamasına geldiniz, iç düzeni için betim, tasvir, metafor vs. lazım olmayacak mı? İç mimari de gerekir oturulacak evde, hatta topraklı, bahçeli bir ev tercihimdir. O yüzden içinde oturduğu veya oturacağı evini bilmeden, tanımadan, işlemeden başkasının evini çok büyük ve önemli bir maharetmiş gibi yazmaya çalışan yazar arkadaşların eserlerini biraz tuhaf ve hormonlu olarak algıladığımı belirtmek isterim. Edebiyatın evrenselliği sorunu bu yanıltıcı nokta olmadığını ve olmaması gerektiğini düşünüyorum.

 

-“Cennetin Havarileri”, “Zamansız” ve şimdi de “Hazan Kıyısında Aşk” romanıyla yazınsal yolculuğunuza devam ediyorsunuz... Romanlarınızın her birini bir renkle özdeşleştirirsek, sizin için son romanınız hangi rengi çağrıştırıyor, neden?

Hayatımızda güzel halleri, umutlu durumları, özgür bir ruh halini çok da yaşayamıyoruz maalesef, belki de o yüzdendir hazan… Üç romanımı tek bir başlıkta toplasam herhalde “Zamansız Bir Sonbaharın Havarileri” derdim. Son romanımın rengi tabi ki sonbaharın rengi, kitabımın kapağından da anlaşılıyor olması lazım, kurgusuyla bütünleşmiş, ara ara sertleşse de, soft bir romandır bence; hem birbirini tamamlıyor hem de birbirinden ayrışıyor.

 

-Romanlarınızı okurken, yer yer deneme yazıları okuyormuşuz havası hâkim... Gani Türk’ün romancılığında denemenin etkisini nasıl okumak gerekiyor?

Yazma serüveninde ve edebiyatta deneme dili bana göre en özgür ve en geniş alandır. Ben, edebiyatın hangi zemininde ve alanında olursa olsun deneme dilinden vazgeçmeyi düşünmüyorum. Hani uymazsa da uydur misali şiirsel anlatımdan ve edebiyatın haylaz çocuklarından olan deneme dili psikolojisinden vazgeçmeyi düşünmüyorum. Deneme dilini kullanırken veya deneme yazarken sanki daha bir özgürüm gibime geliyor, çünkü alan genişliyor ve yazdıklarında istediğin şekilde hareket edebiliyorsun. Tabi belli bir disiplin ve uyum içinde olması koşuluyla.

 

-Kendinizi son eseriniz olan “Hazan Kıyısında Aşk” romanındaki bir karakterle özdeşleştirdiğiniz oldu mu? Bu karakterlerle aranızda nasıl bir mesafe oluyor?

Ben yazarken karakterlerimle, kurgularımla aylarca, yıllarca beraber yaşarım; görevleri, sorumlulukları bitene kadar soluk soluğa ve göğüs göğüse yaşarız. Kavga ede ede birbirimizle geçinmeye çalışıp sonunda orta yolu bulmaya çalışırız. Kendimi bir yazar olarak karakterlerim ve kurgularıma dayatmamam gerektiğini kabullenmiş ve anlamış durumdayım. Herkes hayat oyununu hakkını vererek oynamalı, bu bir insan olur veya bir romanın kuytu bir köşesi… Hiç fark etmez. Evet, şimdiye kadar heybemde ne toplamışsam sunarken ben oyum. Ben falan filan kişinin hikâyesini yazdım, ama ben içinde yokum diyen bir yazara tam olarak inanmamak lazım. Benim yazdıklarım ile aramda bir mesafe yok, çünkü tarihi bir roman veya biyografi yazmıyorum; kurmaca yazmayı çok seviyorum, o yüzden ne yazdıysam ben oyum veya ben ne isem onu yazmışım. Kurgusal yazmak tanrısal bir özgüven ve güç ister, zor iştir, ama şöyle bir durum var; kurgu ve karakterlerimi oluştururken tabi ki dış dünyanın hallerinden besleniyorum. Bazen hikâyeyi bozup bir kısmını kendime göre tasarlıyorum, bazen ele aldığım hikâye ve kurguyu buduyorum, bazen de üstüne ekliyorum. Yani bir hikâyeyi alıp olduğu gibi yazmıyorum. Bütün karakterlerimden etkilendiğim gibi, karakterlerimin de benden etkilendiğini düşünüyorum, ama gerçek veya düşsel hayatta karakterlerimin benden ve bana göre olandan etkilenmemesi için empati kurma yoluyla elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Bu durum romanda en ince ve tuzak dolu bir taraftır. Karakterlerimi özgür bırakırım çoğu zaman. Aslında hikâyeyi yazan ile yazdıran arasında gidip gelirim…

 

-Keşke bu kitapla/yazarla yıllar önce tanışsaydım, dediğiniz oldu mu, niçin?

Nietzssche ve “Böyle Buyurdu Zerdüşt”, Freud ve “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi”, Dostoyevskive “Budalası”, Tolstoy ve “Savaş ve Barış”, Ahmet ARİF, Can YÜCEL, Bukowski, Yaşar KEMAL, Maalouf ve Marquez ile tanışmak isterdim. Bu yazarların hepsi bana göre yürekten yazan yazarlardır, hilesiz, dolu ve dobra… Böyle bir ligin oyuncusu olsaydım sanırım ligin en korkak insanı ben olurdum:)) 

 

-Eleştirmenler ve okurlardan nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Ulaşabildiğim veya bana ulaşan tepkiler, yorumlar beni hem sevindiriyor hem de heyecanlandırıyor, özellikle kurmaca ve karakter yaratma yönümün çok iyi olduğu yönündeki bildirimler beni roman yazmaya devam etmek için kışkırtıyor, ama roman yazmak çok yorucu, sürgit tarzında parçadan bütüne doğru yazdığım için de benim açımdan daha da yorucu. Hani derler ya, “Her şey yazıldı çizildi, yazacak yeni bir şey kalmadı; önemli olan neyi nasıl yazdığındır artık.” Ben yazacağım bir metinde bana ait bir yeni veya yeniler yaratamıyorsam yazmamaya çalışıyorum.  O yüzden tekrara düşmeyi hiç istemiyorum.

 

-İleriye yönelik projeleriniz nelerdir?

Daha fazla kitap okumak istiyorum. Bir deneme kitabı üzerinde çalışıyorum. Yazdıklarımla hayatın bir gözleyeni olmaya devam edeceğim gibi. Ülkemiz ve bölgemiz bana göre yazma konusu bulma cennetidir. Bu durum üzücü bir haldir aslında çünkü uygar dünyanın değer yargılarını bir türlü içimize sindiremiyoruz, ama “Kuzgunun yavrusu ona şahin görünür.” veya “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım demiş.” misali bu coğrafya, bu topraklar, bu ülke bizim, hepimizin… Bir de MalcolmX’in dediği gibi, “Biz siyahiler özgür olacaktık, içimizdeki zenciler bizi engelledi.” yapılması, yazılması gereken hayata geçirildikten sonra yapacak bir şey yok…

 

-Son olarak neler söylemek istersiniz? Teşekkürler.

Bana göre yazmanın kilit noktası yereli evrensel edebiyat normlarında işleyebilmek ve bu işleyişi, yani yazmayı dünyanın çağdaş edebiyat dili ile bütünleştirebilmektir. Yirmi yılı aşkındır kalem ve klavye aşındırıyorum, ama hala kendime yazar gözüyle bakmaya cesaret edemiyorum, çünkü artık çok daha tehlikeli ve ciddi yapay zekâ gibi bir rakibimiz var. Saniyesinde kişinin bütün özelliklerini tarayıp zevkine göre, isteğine göre dakikasında roman üretecek bir teknoloji var artık. Oysa bir roman yazmak insanoğlunun yıllarını alabiliyor… Bu hıza bir insan olarak nasıl direnebileceğimizi ben de bilmiyorum. Katilimizi, kölemiz iken ahmaklıklarımız yüzünden en son tanrımızı kendi ellerimizle ve son hızla besleyip güçlendirmeye çalışıyoruz. Asıl ben teşekkür ediyorum.