Yeryüzü ölçeğinde baktığımız zaman birçok coğrafyada çeşitli nedenlerden kaynaklanan çatışmalar ve savaşların sürmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bu savaşların, nedeni ne olursa olsun hiçbir şekilde –kanımca- bir meşruiyeti bulunmamaktadır. Çünkü savaş, her şeyden önce insanlığı ve insanı hedef alarak yok etmeye çalışır. Tam da bu noktada insanı, insanlığı, hak ve özgürlükleri hedef alan şiddeti, saldırıyı ve savaşı, vicdanının sesini dinleyen her insan gibi ben de kınıyorum.
Uygarlığın gelişim sürecine bakıldığında ateşin bulunması, yazının icadı, tekerlek gibi buluşlar oldukça önemlidir. Toplumsal yaşam açısından da yazılı kuralların ortaya çıkışı, devletleşme ve uluslaşma ile uygarlığın gelişim süreci devam etmiştir. Buna bağlı olarak devlet kavramı ile birlikte yönetim olgusu da toplum yaşamında önemli bir yere sahiptir. Çünkü farklılıkların yönetimde temsili ve karar mekanizmalarında yer alma istekleri oldukça haklı bir taleptir. “Yönetimsel ilkeler” açısından bakıldığında toplumu oluşturan kimlik, inanç, kültür gibi farklılıklara sahip bireylerin devlet yönetimine çeşitli şekillerde katılması “demokrasi” açısından “toplumsal barış” için bir “zorunluluk” olduğu bilinmektedir.
Fransız devrimiyle yaşamımıza “adalet, insan hakları, demokrasi, eşitlik” gibi kavramların dahil olması sonucu “eğitim, bilgi ve bilinç düzeyi” yükselen bireylerin daha fazla “hak ve özgürlük” istemesi, “evrensel değerler” ile “insanın değeri” açısından “kaçınılmaz” bir durumdur. Burada esas konu bu haklı talebin nasıl ve hangi yollar kullanılarak talep edildiğidir. Demokratik yönetimlerde bireyler hak ve özgürlüklerini “siyasi parti, dernek, vakıf, sendika” gibi oluşumlar kurarak bu yolla taleplerini dile getirmektedir. Devlet yönetimleri de bireylerin hak ve özgürlük taleplerini “demokratik çerçeve”de karşılamak durumundadır.
“Katılımcı yönetim” biçimlerinde demokrasinin işlemesi “farklılıkların temsiliyeti” ve “karar alma mekanizmaları”nda yer almalarıyla mümkündür. Bu bakımdan devletin, kimlik, inanç, kültür farklılığı gibi özellikleri göz önünde bulundurarak karar alması ve uygulaması barış açısından önemlidir. Çünkü bütün kültür, inanç, kimlik ve diller birbirleriyle eşit oldukları için, “üst” ve “üstün” kavramları kimlik, inanç ve kültür gibi farklılıkları tanımlamak için kullanmak, “sosyolojik” olarak yanlıştır. Bu bakımdan farklılıkların “çeşitlilik” açısından “zenginlik” olduğu unutulmamalıdır. Diğer taraftan farklılık, “eşitsizlik kaynağı” teşkil etmemelidir.
Demokrasi ile yönetilen ülkelerde belli aralıklarla vatandaşlar seçimler aracılığıyla ülkeyi yönetecek kadroları seçmek için oy kullanırlar. Siyasi partiler de aldıkları oy oranında parlamentoda milletvekilleri aracılığıyla temsil hakkının yanında karar mekanizmalarına katılma hakkı da elde ederler. Bu durum, ülke barajı nedeniyle barajı aşmak için yeterli miktarda oy alamayan partinin/partilerin ülke yönetiminde “seslerini duyuramaması”, “kararlara katılamaması” anlamına gelmektedir. Böylece “temsil hakkı” kazanamayan parti, “seslerini duyuramayacak vatandaş” anlamına gelmektedir.
Belli aralıklara yapılan seçimlerde vatandaşlar sadece kendilerini temsil edecek kişileri seçmezler. Bir anlamda ülkede “istihdam ve yatırım sorunlarının çözülmesi, daha nitelikli eğitim, sağlık, ulaşım ve haberleşme hizmeti” alabilmek için de oy kullanır. Daha açık ifadesiyle daha kaliteli ve insan onuruna yakışır yaşam standartlarını oluşturacak bir yönetimin oluşmasını sağlamak için oy kullanır. Bu açıdan bakıldığında seçimlerin sonucu ne olursa olsun parlamentoya girmeye hak kazanan siyasi partilerin, tüm ülke insanlarının temsilcileri olduklarını unutmamalı ve çalışmalarında da bunu gözetmeleri gerekmektedir. “Ülke partisi” ve “ülke milletvekilliği” kavramı tam olarak da bunu zorunlu kılmaktadır.
21. yüzyıl bireyleri olarak bizlerin bireylerin farklılıklarına saygı göstererek hoşgörüyü ve sağduyuyu elden bırakmamaya özen göstermek durumundayız. Seçimlerin “matematiksel” olarak değerlendirilmesinden ziyade “ülkeye, insanlığa, çevreye ve topluma” olacak katkıları değerlendirilmelidir.
Kazanan(lar), her kim olursa olsun, asıl kazanan “insanlık” olsun, “barış” olsun, “sağduyu” olsun. Unutulmamalıdır ki barışın kaybedeni olmaz. Çünkü “barış”, kaybettirmez. Kaybettiren “savaş” ve “çatışma”dır. Savaş ve çatışmanın yeryüzünden silinmesi temennisiyle.