16 Temmuz 1969 dünya tarihinin en sıra dışı yolculuğunun başladığı andı. Yerel saatler 09.32’yi gösterdiğinde Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA), Satürn adlı devasa roketin içinde üç kafadarı, Neil Armstorng, Edwin Aldrin ve Michael Collins’i 8 gün sürecek Ay yolculuğu için uzaya gönderdi Eğer başarılırsa, on yıllarca Sovyetlerle sürdürülen uzay yarışında, ABD tanımlanması güç bir başarıya imza atacaktı.
Ay yolculuğunu, kısaca JFK diye bilinen Amerika’nın 35. Başkanı John F. Kennedy göreve başladıktan hemen sonra özünde bilimsel bir proje gibi görünen ama aslında SSCB’yi ekarte etme amaçlı politik bir hedef şeklinde tanımlamıştı. Başkan 5 Mayıs 1961 tarihindeki konuşmasında şu inancı paylaşıyordu: “Bu milletin aya insan göndermeyi başaracağı gibi, aynı insanı sağ salim geri getireceğine de inanmaktayım” Herkes başkanın aklını kaçırdığı inancındaydı. Mercury 7 projesinde çalışan astronotlardan Gordo Cooper etrafındakilere, “Bu imkansız. Birincisi bunu yapabilecek roketimiz yok, ikincisi, indirecek uzay gemimiz yok. Üçüncüyse oraya nasıl gidip geleceğimizi bile bilmiyoruz.” diyerek umutsuzca baktı.
Galileo Galilei 1610’da, Orta Çağda gizemli, belirsiz gibi görünen ve yığınla hurafelerle tanımlanan uzaydaki gerçeği çıplak gözle keşfetmenin imkânsızlığına inanıyordu. Ay’ın mehtaplı gecelerde salt romantik bir imge biçiminde anlaşılan verilerini ters yüz etmeye adamıştı kendini. Geliştirdiği bir teleskopla gökyüzünü tarayan Galilei Ay’ı sırasıyla aydınlık ve karanlık bölge diye ikiye ayırıyordu. Aydınlık bölge, bütün yarım küreyi çevreliyor ve yayılıyor gibi görünüyordu. Galilei’nin aydınlık bölge dediği kısım bizim bugün dünyadan gördüğümüz Ay’ın yaklaşık % 60’lik parçasına tekabül ediyordu. Aydaki lekelerin farkına varan astronom gözlemelerinde topografyayı çözmeye çalıştı. Galileo Galilei göre ”Ay’ın yüzeyi, birçok felsefecinin Ay ve diğer gök cisimlerinin yüzeyleri için düşündükleri eşitsizlikten ari, dümdüz ve küresel değil. Tersine, eşitsizliklerle pürüzlü, çıkıntılar ve çukurlarla dolu olduğundan eminim; tıpkı, yüksek dağlar ve derin vadilerle her yerde değişken olan Dünya yüzeyi gibi”
Galilei gözlemlerden hareketle bu savları ileri sürüyordu. Galilei’yi doğrulayan Kepler lekelerin Ay-vadilerine işaret ettiğini düşünüyordu. Kepler’i lekelerin sıvı kütlesi olduğuna inandıran tezin babasıysa Plutarkhos’un fikirleriydi. Buna göre lekeler göller ve denizler, parlak alanlar da anakaralardı. Bir başka antik Yunanlı Lukianos’un Ay yüzeyi hakkındaki kanaati oldukça ilginçti: Ay peynirden yapılmıştı.
Dünyamızın bu romantik uydusuyla ilgili spekülasyonların yerini sonradan Jules Verne’yle bilimkurgu edebiyatı aldı. 1865’te yayımladığı Ayın Çevresinde Seyahat romanıyla bilimkurgu tarihinin patronluğuna terfi eden Verne, 100 yıl sonra Cape Canaveral üssünde fırlatılan Apollo 11’i, bir Mesih edasıyla önceden haber vermişti sanki. Şaşırtıcı benzerliklere bakalım: Ayın Çevresinde Seyahat’te Ay’a fırlatılan Columbia uzay gemisi de Florida’dan fırlatılmıştı. Yolculuğunun sonunda tıpkı Apollo 11 mürettebatı gibi Pasifik’e inmişti. Columbia’da 3 kişi vardı. Tıpkı Apollo 11’deki Neil Armstrong, Edwin Aldrin ve Michael Collins gibi. Bu miti Neil Armstrong’un da kabul ettiğini biliyoruz. 14 Temmuz’da Ay’dan Dünyaya dönen Armstrong söz konusu benzerlikleri tek tek sıralamıştır.
Temmuz 1969’de devrin gazetelerinin diliyle söylersek ‘Ay’ın Fethi’ gerçekleştirildi. Bu başarılı misyonun öncüsü kuşkusuz Neil Armstrong’dur. Dünya dışındaki bir karaya ayak basan ilk insan “One small tep form an; one giant leap for mankind[1]” sözleriyle tarihe adını altın harflerle yazdı. Ardından bir daha konuşmadı. Medya önüne çıkmadı. Kendisinden birkaç dakika sonra Ay’a ayak basan ikinci insan Edwin ‘Buzz’ Aldrin ise medyatik bir star gibi sık sık kameralara poz verdi, söyleşilere katıldı.
Tarih: 25 Ağustos 2012. Ve Neil öldü. Bedeni mavi kürede, ruhuysa 19 Temmuz 1969’da indiği Sessizlikler Denizindedir.
(Not: Vaat ettiğim gibi Akit’in kirli kampanyasına bir sonraki yazıda değineceğim)
[1] Bir insan için küçük, insanlık için büyük bir adım